..>* Yakup GÜRSES

..>*  Soyağacımız

 
 
 

 

 

Zafer ÖZER

Maarif Müfettişi

 

         FARKINDALIK VE ÇELİŞKİ

 

Hayatı, mahkûm olduğumuz zaman ve mekâna bağlı devinim ve değişim döngüsünde olup biten ve buna bağlı detayları fark edebilme çabası olarakda tanımlayabiliriz. İçinde doğup büyüdüğümüz çevre, kişi ve olaylar bizim mekân algımızın sınırlarını (çerçevesini/çapını) tayin eder. Tasavvur hacmimizde mekâna göre şekillenir. Küçükken dünyanın sınırını/hacmini gözümün görebildiği yerler olduğunu zannederdim. Bu sınır genellikle dağların bulutlarla birleştiği yerlerin ötesine geçemiyordu. Birazcık büyüyünce kasabamızın dışında da başka insanların yaşadığını fark etmiş; ortaokul dönemlerinde ülkemi kısmen tasavvur edebilir hale gelmiştim. Meğer yaşadığım ülke ve yaşanılan dünya o kadar da küçük değilmiş. Bilebildiğim ötekinden başka da ötekilerin yaşadığını fark etmeye başlamıştım. Bu durum aslında biraz geç kalmış bir fark edişti. Hayatın geneline dönük tüm fark edişlerin geç kalmış olması, birçok şeyin eksik kalması/algılanması anlamına da gelmekteydi. Bunların telafi edilebilmesi, çoğu kez mümkün olamamaktadır. Eksiklerin tamamlanmasını ya da var olan eşitsizliklerin telafi edileceği yer ve nokta konusunda insan genellikle hep bir endişenin içinde bulur kendini. Yaşarken hangi eksiklik ne oranda telafi edilebilir, var olan eşitsizliklerde tam ve kusursuz bir eşitlenme mümkün müdür? Bu soruya verilen iki ana cevap arasında insan hep bocalar durur.

       İnsandaki ölümsüzlük arzusu, kendinin bu işten muaf olacağı ümidine dönüşür. Yani belki bir istisna olabilir ve ben yaşamaya bitimsiz olarak devam ederim. Lakin akıl bunun olmayacağını defaten söylese de; var olan yüksek arzu ölüm gerçeğini ıskalama eğilimindedir. Ama hep bir korku vardır. Hele hele her hangi bir sebeple yaşama erken veda etme ihtimali sürekli olarak ağız tadını bozar. Bazen ölüm gerçeği, sık sık yaşanan olumsuzluklar sonucunda daha belirgin olarak kabul alanına girer. Evet öleceğiz ölmesine de, ne olur -yaradan sıralı ölümler versin ya da -sağlıklı uzun ömürler versin gibi temennilerde bulunulur. Dua’nın bir eylem olarak insan da tezahür etmesi; aslında bu alemde sürekli kalmayacağımız gerçeğinin fark edilişi olarak değerlendirilebilir.

       Hayatımıza dair nitelikleri belirlerken de, yaşamımızın sürekliliği ve sonlanması üzerindeki gerçeklikler temel belirleyicilerdir. Aramızda oluşan sorunlar, sorunların krize dönmesi, yahut çözülmesi hep zihinsel fark edişlerimizle alakalı konulardır. Diğer bir belirleyici unsur fark edişlere yüklediğimiz anlamdır. Varlığın mekânsal anlamda ötelenmesi, bu ötelenmenin bize yüklediği sorumluluklar ve inandığımız değerler (eşitlemeler) kendi içimizde çözüm ürettiğimiz kabullerdir. Bazen insan bu kabulleri arasında çatışmalara girer; kabul alanlarını sağlıklı bir şekilde yürütüp, kendine bir liman bulamaz ise varoluş sancıları içinde debelenmek zorunda kalır. İç dünyasını darmadağın eden fırtınalardan kurtulmak için insan, kendine doğru bir rota bulması gerekecektir. Sağlıklı, sağduyulu bir şekilde kendinin ve dünyanın işletim sistemini öğrenerek, anlayarak, kavrayarak bir rota belirlemesi daha sahici bir yaklaşım olacaktır.

       Hayatın özüne/niteliğine dair tespitlerde ve yüklenen anlamlarda tekli bir gerçekliğin olmadığını da anlamak zor olmasa gerek…Yani insanların tek bir noktada uzlaşı sağlayabilmeleri pek mümkün olmadığı gibi, bu durum varlığın doğasına da aykırı taleptir. O halde kendi oluşturduğumuz hakikatlerle, bizim dışımızdakilerin hakikatlerinin ayrı olmaması durumunda ne yapmamız gerekecek? Çatışmalı mıyız; uzlaşmalı mıyız, ya da varsa bir uzlaşma bu nasıl sağlanmalı? Bazen nüanslar bile çatışma nedeni olabilmektedir. Genelde tercih edilen belirgin seçenek tahakküm kurma, yani çatışmayı sürekli hale getirme çabasıdır.

       İnsan türü olarak tek yumurta ikizlerinin bile farklı düşünebildiği, farklı tercihlerinin olabildiği bir yaşam bandı üzerinde, herkesin aynı tercihte bulunması gerektiği ve bunun için türlü yol ve güçlerle bunu sağalmayı kutsal bir misyon olarak görmenin ne derece zalimane bir düşünce olduğunu fark edebilmek o kadar zor olmasa gerek. Lakin tüm çatışma/cebelleşmelerin temelinde insanı aynileştirme ve tahakküm etme çabasının olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Bu noktada insan bilinci kendi huzurunu, sosyalleşerek ve kendi arasındaki ilişkileri belli kurallara(yasa) bağlayarak çözüm yolu bulma yolunu keşfetmiştir. Buna rağmen insan, yaşama veda etmek zorunda kalacağını bile bile her fırsatta yaşadığı dünyaya(insana, doğaya) zulmetmekten bir türlü vaz geçmemiştir.

       Tanıdık biri aramızdan ayrıldığı zaman birden ölüm gerçeğinin farkına varırız ve ona yönelik takındığımız yanlış tutum ve davranışlarımızdan dolayı bir ömür boyu vicdan azabı çekeriz. Yakından uzağa kendimiz ve herkesin bir gün mutlaka yaşama veda edeceğinin bilincinde olsak ve bu bilinç halini sürekli tutabilsek sanırım ilkel dürtülerimize daha fazla hakim olup, kendimiz ve kendi dışımızdakilerle daha barışık bir dünya inşa edebiliriz.  Şu an için çok kızdığımız, hakkında kötü düşünceler beslediğimiz birinin yarın aramızdan ayrılacağı bilgisi bize ulaşsa, o kişiye karşı nasıl bir duygu ve eylem içinde oluruz? Aklımızı ve vicdanımızı anlık değil, sürekli devrede tutalım. İnsanilik eşiği belki o zaman bir üst kategoriye ulaşabilir. Vesselam…

 

 «»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»

İNSAN OLMAK VE ANLAM PROBLEMİ

  İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilmemek için var gücümüzle hayata sarılıyor, daha bir hevesle kucaklıyoruz dünya nimetlerini. Bitimsizlik arzusu tüm hücrelerimizde tezahür etmekte; varlığımızın bir sonu olduğunu biliyor olmamıza rağmen, itina ile hep teğet geçmeye çalıştığımızı da göz ardı etmekteyiz. Yani farkında olma hali bizim için istenilen bir hal değil. Farkında olmamak yükümüzü hafifletmekte. Kolayı tercih etmemizin elbet bir sebebi olmalı. Neyin farkındalığına varmalıyız? neyi fark edeceğiz? nasıl fark edeceğiz? fark ettikten sonra ne yapacağız? nasıl ve kiminle hangi zeminde neler yapmamız gerektiğinin cevabını aramanın yanında; tüm bu soruların tek bir cevabının olmadığını da fark etmek ayrı bir farkındalığı gündeme getirecektir. İnsan olmakla nasıl bir serüvenin içine atıldığımızın farkında mıyız? Farkında olduğumuzu zannedip de, farkındalığın sorumluluğundan kaçmak ya da gereğini yapmamak, kendimizi gönüllü aldanmaya terk etmek değil midir? Bu sorular karşısında verilecek net bir cevabın olmaması da; neyin farkında olduğumuzu bize gösterir? Yahut olmadığımızı…

       Bu çatışmalar/çelişkiler devam edip dururken, bize bahşedilen hayatı hangi alfabeden okuyacağımıza dair bir belirleme yapmak gerekecektir. Mutluluk denilen şey nedir, buna dair seçilen semboller, ritüeller, kabullenişler bizi mutlu eder türden şeyler mi?  Ailemiz ve çevre tarafından önümüze sunulan yaşam programlarından hangisini seçmeli… Dalgalanan okyanus bizim için ne anlam ifade etmekte…Okyanusun hangi davetine icabet edelim; derinlere mi dalalım; yüzeyde kalmanın bir çaresine mi bakalım? Yüzeyde kalmak bizi kurtarır mı? Yanımızda bir hava destek unsuru olması gerekmez mi? En iyisi can simidi….Yüzme öğreneceğim derken ansızın teknik bir hata sonucu hayatı yarıda bırakmakta var işin sonunda. En iyisi dingin bir limana sığınmak…

      Şeyh Sadi’ye sormuşlar insan nedir? “İnsan, Yek katre-yi hunest ve hezar endişe.” Bir damla kan ve bin dert. Bir damla kan bin derdi çekmeye namzet hazır beklemekte insan… Varoluşumuz bin derdi çekmeye mi bağlı; yahut, bin derdin çekimine göre mi anlam kazanabilmekte? Elbet bir anlamı olmalı dertlenmenin, elbet bir açıklaması olmalı binlerce derdi kendine muhatap alan insanın…Sınırlı zaman içerisinde, sınırlı mekanla kısıtlanan bir yaşama nasıl bir anlam yüklemeli ki binlerce dert çekmeye değsin.

       İnsan kendi varlığına dair çelişki ve problemleri çözmede çoğu kez aciz kalır. Daha çok bu çelişkilerin çözümü için kullandığı “yöntem” sonucu belirler.(yöntem, esasa yüklenen anlamı belirler ve şekillendirir)  Aslında her çözüm bir kabulleniştir. Korkular, anlamsızlık duygusu, güçsüzlük ve ölümden sonra ne olacağını bilememe gibi düşüncelere çözüm bulmada kullanılan ölçü, düşünenler için öncelikle salt aklın kendisidir. Bazen kabullenilen çözümler uzun soluklu olur; bazen de yeni bir çıkmazın başlangıcı olarak kendini gösterir. İnsan, her yeni çıkarım ve çelişki içinde bocalar durur. Yaşamın amacı ve ona anlam verme çabalarında özgür yansız bir düşünceye ihtiyaç vardır. Zihinsel cebelleşme sonucu kabullenilen çözümlerin insan açısından isabetlilik derecesinin yüksek yada düşük olmasını, kişinin ait olduğu, ortalık kurduğu çevre de etkiler. Kolektif kabuller, bazen bilinçli bir tercih; çoğu kez de düşünülmeden yapılan bir kabullenişlerdir. İnsanın anlam arayışındaki zihinsel temayülü, kendi zihin kapasitesinin elverdiği hacim ve kullandığı yöntemler belirler

       Erich From “İnsan, tarihsel çelişki ve çatışmalara karşı tepkide bulunma ve bunları kendi davranışları ile düzeltme imkânına sahiptir. Kendi varoluşundan kaynaklanan çelişki ve sorunları ise çözemez. Onlara karşı ancak değişik tepkiler gösterir. Bazen, süslenmiş ve güzelleştirilmiş olan sakinleştirici ideolojilere sığınır. Kimi zaman içsel huzursuzluğunu, aşırı bir aktivite (canlılık) ile aşmaya çalışır. Kendini, kendi dışındaki egemen güçlerin elinde edilgen bir araç haline getirip, özgürlüğün sorumluluğundan kurtulmak isteyebilir. Böylece kişiliğini ortadan yok ederek, huzura ulaşacağını sanır. Ama sonuçta yine huzursuz, mutsuz ve korku dolu olarak kalır.” Diyerek salt aklın açmazlarını gündeme getirir.

       Sokrates: “Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz.”, Schopenhauer: “Hayat, olması gereken bir şeydir ama bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur.”, Buda: “Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan kendini hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorundadır.” der.

       Cündioğlu:“Yaşamı seçmedik, ona maruz kaldık. Şaşkınız.” derken ne demek istemektedir. O halde maruz kalınan yaşamı anlamlı kılmak yine bize düşer. Peki hangi ölçüyle; bize söylenenler üzerinden mi, kendi bilincimizin ürettiği değerler üzerinden mi? Bitimli halimizle süreklilik arz edecek bir sabiteyi hangi kurala/ölçüye/yönteme göre belirleyeceğiz?

        Yoksa Kant’ın aydınlanma yolunu mu tercih edelim: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. “Aklını kullanma cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü…”

         Bu konuda son olarak Tolstoy’ u dinleyelim: “40 yaşlarındaydım: Seviyordum, seviliyordum, iyi çocuklarım, büyük bir toprağım vardı. ünlüydüm, sağlığım yerindeydi, bedence güçlüydüm. Bir köylü gibi ekip biçilebilecek durumdaydım; on saat hiç durmadan çalışıyor, yorulmuyordum. Fakat birden bire hayatını duruverdi. Soluk alabiliyor, yiyor, içiyor, uyuyordum. Ama yaşamak değildi bu. Hiçbir şeyi arzulamıyordum artık. Arzulanacak hiçbir şey olmadığını biliyordum. Gerçeği bilmeyi hiç arzulamıyordum. çünkü gerçek, hayatın bir saçmalık olduğuydu. Uçuruma gelmiştim, önümde ölümden başka hiçbir şey bulunmadığını açık açık görüyordum. Ben; bu sağlam, bu mutlu adam, artık yaşamayacağını seziyordum. Görünmez bir güç hayattan sıyrılmaya yönetiyordu beni. Kendimi öldürmek istiyordum demeyece­ğim. Beni hayatın dışına iten güç benden daha güçlüydü. Eski hayat iste­ğine benzer bir istekti bu, ancak ters yönde işliyordu. Buna çabuk boyun eğmemek için kendi kendime karşı kurnazlık etmek zorundaydım. İşte ben, bu mutlu adam, her akşam soyunurken, yalnız kaldığım adamın do­lapları arasında kendimi direğe asmamak için, ipi kendi kendinden saklı­yordum. Şeytana uymak korkusuyla, silahımla ava gitmiyordum. Birinin yaptığı saçma bir şakaymış gibi geliyordu hayat bana. Kırk yıl boyunca ça­lış didin, ilerle, sonra da ortada hiçbir şey olmadığını gör. Geride hiçbir şey.. Kala kala çürümüş bir beden ve kurtlar kalacak benden.”

       Cemil Meriç :“Spinoza kırk dört yaşında ölmüş, Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.”

       Son söz:  seçeneklerin hangisi bize uygun?

 04.01.2021

 «»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»

OKUL MÜDÜRLERİ İŞVEREN Mİ?

Okul müdürlerinin işveren olup olmadığı hususunu daha önceki yıllarda (7-8 yıl önce) ele almıştım. Bu konuyu gündeme taşımamın nedeni, o dönem içerisinde okul müdürlerinin bir şekilde zorunluluktan dolayı okullarında eleman çalıştırmaları ve buna bağlı oluşan şikâyetler neticesinde, “sigortasız eleman çalıştırıp sigorta primlerini yatırmama” suçuyla yüklü miktarlarda ceza ödemek zorunda kalmalarıydı. Bu sorun halen devam ederken, okul müdürlerine süreç içerisinde yeni görev ve sorumluluklar eklenerek risk unsurları daha da arttırılmıştır. Yönetici olarak okul müdürlerinin okul işleriyle ilgili kadrolama eksikliği sonucu kendi imkânlarınca çevreden istihdam ettiği çalışanların sigorta işlemleri ile ilgili görev alanlarına, “İş Sağlığı ve Güvenliği” kapsamında da ek görev ve sorumluluklar yüklenmiştir. Birçok okul müdürü okullarında meydana gelen kazalar sonucunda “işveren/sorumlu” olarak hem adli ve hem de idari cezalarla karşılaşmaya başladılar. Burada yeni problem alanları oluşmaya başladı. Yasaların çıkış nedeni elbette idarenin iş ve işlemlerini daha düzenli, kamu kaynaklarını etkin/verimli yürütmelerini ve en nihayetinde kamu yararını sağlamaktır. Ancak, yasaların fonksiyonel ve kamuya gerçekten katkı sağlamasını istiyorsak, yasanın uygulanabilir alt yapısının olup olmadığının da analiz edilmesi gerekir. Bu analizler yapılmadığı durumlarda hem yasa etkin işlememiş, hem de oluşan sorunlarda kamu görevlileri (onlardan kaynaklanmadığı halde) çok büyük müeyyidelerle karşılaşmak zorunda bırakılmaktadırlar.

            Daha çok iş kazalarıyla gündeme gelen 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, Milli Eğitim Bakanlığına kurumlarda/okullardaki yöneticileri işveren ve işveren vekili konumunda tanımlamış olup, her hangi bir problem durumunda sorumlu kişiler olarak görmüştür. 6331 Sayılı Kanunun 3 üncü maddesinde: “İşveren vekilleri bu Kanun bakımından işveren sayılır.” denilmiştir. Yani tüm kamu kurum ve kuruluşlarında işin ve işyerinin yönetiminde görev alan kamu görevlileri Kanunun uygulanması bakımından işveren gibi muhatap alınacaklardır. 6331 sayılı kanuna göre işveren ve ya işveren vekili;

     -Risk değerlendirmesi, kontrol, ölçüm ve araştırma,

     -Acil durum planları, yangınla mücadele ve ilk yardım,

     -İş kazası ve meslek hastalıklarının kayıt ve bildirimi,

     -Çalışanların Sağlık gözetimi,

     -Çalışanların eğitimi,

     -Çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması,

    -İş sağlığı ve güvenliği kurulu (50 ve daha fazla çalışanı olan kurumlarda) ile ilgili çalışmaları yapması gerekmektedir. İSG ile ilgili bu iş ve işlemleri yapmayan yöneticilerin ceza alma riskleri bulunmaktadır. Yasanın çıktığı andan itibaren okul ve kurumalarda işin süreçleri, eğitimleri ve buna bağlı alt yapı düzenlemeleri büyük oranda tamamlanmasına rağmen, oluşan her problemde okul yöneticileri ilk hesaba çekilen kişi olmaktadır.

       Bu yazının amacı daha çok sigorta meselesinden kaynaklanan krizlere/mağduriyetleri tartışmak isterken, okul müdürlerine yeni yüklenen iş güvenliği uygulamasının da tartışılması gerektiği ortaya çıktı. Kâğıt üzerinde mükemmel hazırlanan mevzuata metinlerinin(yasa/yönetmelik vs.) mükemmel olmayan(eksiklik) fiziksel yapı ve personel istihdamına uydurulmaya çalışılmasına dikkat çekmek istedim. İstihdam şekli olarak benimsen merkezi/bürokratik yapıda yasalarla uyumlu olmayan temel bazı hususlarda düzenlemeye gidilmediği takdirde okul müdürleri sürekli sıkıntılarla karşı karşıya kalacak.  Örneğin memur ve diğer kamu görevlilerinin işe alımı bir sözleşmeye dayanmaz. Devletin tek taraflı hukuki iradesinin eseridir. Yasa her ne kadar, işveren vekillerini işveren olarak tanımlamışsa da sorumluluk yönünden işverene atfedilen yükümlülükler, işveren olarak addedilen bütün işveren vekillerine yüklenemez. İşveren vekillerinin sorumluluğu, kendisine verilmiş görev, yetki ve iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin alınmasına yönelik işverenin sağlandığı ödenekle sınırlıdır. Önemli olan kurum yöneticisinin İş Sağlığı ve Güvenliği açısından kendi olanak ve yeteneği çerçevesinde alması geren önlemleri alıp bunun dışında kalanları ise bir üst makama bildirmesidir. Zaten yapılan da bu olmasına rağmen, okul müdürlerinin asıl görevi olan (eğitim sistemi/okullarda) informal boyutta eğitim-öğretim ortamını sağlamasına ket vuran, moral motivasyonu bozan bir problem alanı olarak ortada durmaktadır. Sayın bakanımız Ziya Hoca, her konuşmasının arasında, eğitim sistemi ve okulların uğraşı alanı % 90 oranında eğitim işinin dışındaki(yazışma, bina, ödenek vs.) unsurlar olduğunu söylemektedir. Hesapta olmayan problem ile gereksiz alanlara efor harcayan bir müdürlerden eğitim adına hangi ilerlemeyi bekleyebiliriz?

       Gelelim sigorta meselesine; bu konuyla ilgili oluşan krizlerde kısmen azalmalar olsa da, krizin sürekli oluşma potansiyeli taşıması nedeniyle bu alanlardan kaynaklanan problemleri masaya yatırmak gerekir. Sigortadan kaynaklanan cevap konusunu Sayıştay’ ın 2019 raporunda da gündeme gelmişti. Lakin Sayıştay’ bu konuyla ilgili SGK gibi kendi açısından bir değerlendirme yapmış. Kurumlar karar verirken sorunların nedenleri üzerinde durmamaktalar. “Sosyal Güvenlik Kurumu Tarafından Kesilen İdari Para Cezalarının Bakanlık Bütçesinden Ödenmesine Rağmen İlgililere Rücu Edilmemesi” başlıklı değerlendirmede Sayıştay olaya sadece mali ve benzer kısıtlı açılardan değerlendirme yapmış. Raporun ilgili bölümün son paragrafı üzerinde düşünüldüğü takdirde bu alanla ilgili ortaya çıkan problemler ancak o zaman çözüme kavuşabilir. Sayıştay’ın, “Bu itibarla 5510 sayılı Kanunda belirtilen yükümlüklerin Bakanlığa bağlı birim ve müdürlükler tarafından öngörülen usul, şekil, süre ve kapsamda yerine getirilmesini sağlayacak ve konusu ve niteliği itibarıyla kamu gideri niteliğinde olmayan bu cezaların oluşmasını engelleyecek tedbirlerin alınması gerekmektedir.” Şeklindeki önerisi, özellikle okul müdürlerinin ciddi mağduriyetlerinin oluşmasını baştan önleyecek nitelikte olup; ancak içinin doldurulması gereken bir öneri olması açısından önemli olarak değerlendirmesi gerekir. Zira bu konuyla ilgili mağduriyetlerin ana nedeni, bakanlıkça yeterince yardımcı personel istihdamının yapılmamasına bağlı olarak okul yönetimlerinin ara çözümlere yönelmesidir. Kamu zararının meydana gelmesine, problemin ilk oluş nedeni üzerinden bakmak daha adil, daha sahici ve daha barışçıl bir yaklaşım olacaktır.

       Bu itibarla şu soruları yeniden hatırlayalım: 

       1- Okullar kamu kuruluşlarıdır. Okulların diğer kamu kuruluşlarından farklı özelliklerinin olmasının yanında, okul yönetimlerinin de diğer kamu kuruluşları yönetiminden farklı yönleri vardır. Okul yönetiminde müdürlük; bir hak ediş ve kariyer meslek değildir. Asıl olan öğretmenlik mesleğidir.

        2- Okul Müdürlerinin personel alma gibi bir yetkileri yok. Türk Devlet Teşkilatında 657 Sayılı Yasa gereğince personel istihdamı yapılır ve memur atamaları için “atamaya yetkili amir” diye bir tanımlama yapılmıştır ve tüm atamalar bu makamca icra edilir.

       3-Okullar “özel” ve “özerk” kuruluşlar değildirler. (Özel Öğretim Kurumları hariç) Merkez teşkilatının taşradaki en küçük birimidir. Kadrolama yetkisi de bakanlığın kendisindedir. Ücretli öğretmenlik, hizmetli vs. gibi bazı alanlarda personel alımları, bakanlık şube başkanlıkları kanalı ve mülkü amirlerin onayı ile yapılmaktadır. Yani okul müdürünün yetkisi yine yok.

     4-Devlet, özellikle temel eğitim okullarının(ilkokul/ortaokul) personel ihtiyacını karşılamakla yükümlüdür. Bakanlıklar bu yükümlülüğü belli alanlarda taşraya devredebilir. Ancak personel alımı yine atamaya yetkili amirin onayı ile yapılır.

      5-Mevzuat dayanağı olarak gösterilen Okul Aile Birliği Yönetmeliğinin 6/d Maddesinde “kulun ihtiyaçlarını karşılamak için mal ve hizmet satın almak, bu hizmetlere ilişkin sosyal güvenlik primi, vergi ve benzeri ödemelerin yapılmasını sağlamak”. Şeklinde bir ibare vardır. Bu yönetmelik 09/02/2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Burada işveren sıfatında olan kişi okul-aile birliği başkanlarıdır. Diğer yandan bu hüküm her hangi bir kişiyi işveren konumuna getirmez. Bu hüküm sadece parasal ödemelerin bu kanalla yapılabileceğini beyan etmektedir. Okula alınacak bir personel için yine atamaya yetkili amirin onayı gerekir.

       6-Devletimizin Sosyal Güvenlik Sistemi olan SGK bu tür şikayet ve problemleri incelemek ve takip etmekle görevli. Elbette vatandaşın güvenliğini korumak için gerekli takip ve kontrolleri yapması gerekir. SGK kendine gelen şikâyetleri kendi hukuki gerekçeleri çerçevesinde değerlendirir. Gelen bir şikâyette okul müdürü “işveren” olarak değerlendirilip buna göre işlem yapılmaktadır.

       Bazen var olan mevzuat, sorun çözmek yerine kişileri mağdur etme gibi bir misyonu da yerine getirir. Mevzuat çoğu kez düz mantık üzere ve çok yönlü parametreler düşünülmeden yapılmakta. Anayasal hak olan çocuğun eğitimi için uygun ortam hazırlayan okul müdürü kendince bulduğu yöntemler, başına örülen çorap olarak çıkmaktadır. Okul müdürleri bu yöntemleri uygularken okula ait masrafları kendi ceplerinden ödedikleri çok olmuştur. Eksik kadro ve hizmetleri kendi imkanlarıyla tamamlamaya çalışan okul müdürleri, kendine görev addettiği kamu hayrından dolayı yıllar sonra yargılanıp para cezasına mahkûm edilmeleri ne derece doğrudur? Diğer yandan onbeş yıl öncesinde özellikle okullarda bu tür personel alım işleri daha çok gönüllülük üzerine yapılan ve sigorta işleri hiç akla gelmeyen işlerdi. Sigortalılık daha çok özel sektör için talep edilen bir uygulamaydı.

       Geçmişe ait sigortalılık işlerinde bir sorumlu aranacaksa adres okul müdürleri olmamalı. Asıl görevi okuldaki eğitim öğretim ortamını hazırlamak ve personel organizasyonunu sağlamakla yükümlü olan okul müdürünü sorumlu tutmamalı. Ortaya çıkan bedelin okul müdürlerine rücu edilmesi hukuki ve vicdani bir uygulama değildir. Maliyet okul müdürlerine rücu ettirileceğine, gerekirse devlet bu tür şikâyetlerde maliyeti üzerine alması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Çünkü okul müdürleri, devletin yapması gerekeni(personel istihdamı) yapmadığı için bu sıkıntıyla karşı karşıya kalmaktadırlar.

       Yaşanan problemlere, yanlışın “ilk” yapıldığı yerden bakmak daha hakça bir yaklaşım olacaktır. Prosedür böyle işliyor demekle sorunlar çözülmüyor; sorunlar bir sonraki aşamaya katlanarak devrediyor. Kamu yönetimi felsefesi ve işleyişinin önce zihinlerde olmak üzere ciddi değişimler geçirmesi gerekir. Sorumlusu olunmayan günahın faili durumuna düşmenin ne hazin ve yıkıcı bir şey olduğunu, yaşamadan anlamak daha faydalı olacaktır. Vesselam

«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»

 ATATÜRK’ Ü FARKLI “DÜŞÜNEBİLMEK”

İnsanın yaşam serüveni gelgitlerle doludur. Bu serüven içerisinde insan olup bitenleri sahip olduğu kapasiteye bağlı olarak yaşadığı aile/çevre ve diğer etkenlerin ona öğrettikleri telkin ve malumatlarla bilinç düzeyindeki gelişim durumuna göre anlar, algılar ve yargılarda bulunur. İnsan bilinci her aşamada değişimlere uğrar. Bu değişim zorunlu bir hal olmamakla beraber, insan kendi zihinsel gelişiminin hareket etmesine ısrarla mani olmaya çalışmadığı sürece, doğumundan ölümüne kadar tercih ve yargılarında sürekli değişiklikler yaşar. Tüm yaşamı boyunca aynı tutum ve düşüncede olduğunu söyleyenler aslında düşünmeyenlerdir. Özgür ve yansız düşünme beraberinde olay, olgu ve kişiler hakkında daha nesnel değerlendirme imkânı sunar. Böyle bir durumda insan, dünün telkin ve bilgileriyle kötü/olumsuz dediği şeylere ilerleyen dönemlerde daha itidalli yaklaşabilmekte ve hatta karşıt düşünceler geliştirebilmektedir. 

           Daha önceki paylaşımlarda sürekli ifade edildiği gibi, kişi kendi düşünce ve tercihlerini kendi gelişim sürecine uygun olarak kendi iradesiyle değil; aile, çevre ve yaşadığı ortamın telkinleriyle(şartlanma) belirliyorsa orada düşünme eylemi devreye sokulmamıştır. Düşünme aşamasına ancak bireysel çabalarla geçiş mümkündür. Bunun yolu ise, okuma kültürünün ileri düzeye taşınması ve bunun için yeterli nitelik ve nicelikte yazılı metin olması gerekir.

          Bu coğrafyanın çocukları olarak bizler kendi kimlik ve kişiliğimizi oluştururken bizden daha iyi bilgiye sahip olduğunu ve düşündüğünü zannettiğimiz kişilerin sözlerine itibar etmek zorunda kaldık. Çoğu kez kendi tercihlerimizi sağlıklı veriler ışığında geliştiremedik. Bunun nedenini, kendince değerleme yapabilecek bilgi kaynaklarının yeterince olmaması ve olan kaynakları da yeterince okuyup değerlendiremeyişimiz olarak görebiliriz. Oluşan yargılarımız özellikle inanç üzerinden sağlanmıştır. İnancın ana esaslarını, kültürümüzü oluşturan unsurları ve bunların gelişim seyrini, kabullerimizi ve bunların nedenlerini kendi çaba ve gayretimizle değil, daha çok belli örgütlü yapıların manipülasyonu ve telkinleriyle inşa ettik. Ve bu telkinler daha çok ötekileştirme üzerinde oluşturuldu. Zihinler öyle bir cendereye mahkum edildi ki, düşünme ve sorgulama eylemleri daha ergen olmadan önceki dönemlerde günah olarak belletilip benimsetildi. Düşünme becerisi dumura uğratılan ve nesnel düşünme yöntemlerini bilmeyen gençlik bu tür telkinlerin taarruzuna maruz bırakılmak suretiyle, kendine arızalı kimlikler inşa etmek zorunda kaldı.

          Tarihi olaylar ve tarihi kişilikler hakkındaki (yanlış/doğru) yargılarımızın temelinde hep bu sebepler yatmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’ ü yeterince/doğru anlayamayışımızın ya da onun hakkında olumsuz yargılar taşıyan kesimlerin temel handikabı burada yatmaktadır. İnancın ana parametrelerini kendi çabasıyla öğrenmeden uzak tutulan gençlik, inanç adına başkasından öğrendiği yanlı/yalan/yanlış hükümler üzerinden Mustafa Kemal’ i yargılamaya kalktılar. Mustafa Kemal’ in nasıl bir değer olduğu üzerinde lehte ve aleyhte düşünce belirtenlerin kullandığı ortak kavram “kutsallık/kutsamak” olarak karşımıza çıkmıştır. Biri kutsallık üzerinden indirgemeci bir tavır belirlerken, diğeri “yüceltici” bir dil kullanarak kutsallık atfetme yolunu seçmiştir. Bir şeyin değerini ortadan kaldırmak ya da ortak bir bilinçle herkesin kabul edebileceği bir değer üretmek istenmiyor ise, o şeyi kutsallık üzerinden değerlemeye tabi tutmak gerekir. Kutsallık üzerinden değerleme yapılan şeyler dokunulmaz hale gelir. Dokunulmaz hale gelen her şey sahicilikten, yani yaşamın içerisinden çıkarılmış olur. Oysa insana yaşamın içinde görülüp, yaşamın kendisine dönük hissedilebilen değerler; olup biteni, kendi şart ve zeminde rasyonel bir zihinle değerlendirmek gerekir.

     Düşünme becerimizi kavramsal zemine taşıyamadığımız sürece, doğa/dünya/yaşam ile ilgili gerçekleri ancak başımıza gelen musibetlerle anlayabiliriz. Cumhuriyetin ve onun inşasında temel aktör olan Mustafa Kemal Atatürk’ ün değerini anlayabilmek için illaki başımıza musibetlerin gelmesi beklenmemeli. Tecrübe ile elde edilen değerlerin maliyeti çok fazla olmaktadır. Demokratik toplum ve devlet, şu an itibariyle insan bilincinin ürettiği önemli bir değerdir. Bu değer kutsal değildir. Kutsallık metafizik bir alanadır. Yaşanılanlar ve üretilen değerlere kutsallık atfetmek onları yaşamın dışına çıkarmak anlamı taşır. Daha yenisi geliştirilene kadar en iyi yönetim şekli budur. Bu değerin kıymetini ancak iyi  gözlem ve çok yönlü okumalar yaparak, yansızca düşünerek ve olayları irfanı bir bakış açısıyla değerlendirerek kavrayabiliriz. 

          Artık günümüzde bilgi kaynaklarına hiç bir engelle karşılaşmadan rahatlıkla ulaşılabilmekteyiz. Yeni nesil yaşadığı coğrafyanın, ülkenin nasıl bir serüven sonrası da bu hale geldiğini bilmek zorunda. Özellikle Cumhuriyet kazanımının ve ona liderlik eden Mustafa Kemal Atatürk’ ün değerini birilerinin ona telkinlerle öğrettiği şekilde değil de, gerçekçi olarak bilimsel verilen ışığında ve çok yönlü olarak araştırıp öğrenmesi gerekir. Tek yönlü okuma ve şartlanmalar kişinin yanlış yargılara varmasını ve koca bir ömrü boşa geçirmesine neden olur. Sil baştan Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal’i anlatmanın bir anlamı yok. Amacımız yılların verdiği tecrübeler sayesinde bir duyarlılık geliştirmeye katkı sağlamak.  Bu günlere nasıl geldiğimizi ön yargısız bir zihinle yeniden okumak bize fayda ve değer katacaktır. Devlet olma bilinci ve en temel kazanımımız olan demokratik kültürün ne olduğu üzerinde fazlaca kafa yorup, bu kültürün gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmemiz gerekecektir. Bunu ancak hamasetten uzak; düşünen, soran, sorgulayan, araştıran, eleştiren, ahlak ve vicdan sahibi, olayları ilkesel değerlendirebilen bir düşünce ve medeni cesaret ile başarabiliriz. Toplumlar ontolojik kabul ve tercihlerle sosyolojik/politik/kültürel tercihleri birbiriyle karıştırmamayı ve bunlar arasındaki bağlantı ve derecesini kendi bilinciyle ayırt etmeyi öğrenemediği sürece, hep birilerinin muhayyel gerçekleri üzerinden yönlendirilip, onların istediği şekilde yaşamaya mahkûm olacaklardır. Hukuk devleti bünyesinde eşit ve özgür olmanın değerini fark etmek yerine, ısrarla kendine imtiyaz vehmeden birilerinin sultasında yaşamaya öykünmek akıllıca bir tutum olmasa gerek. Cumhuriyet Vefatının 82. Yıl dönümünde Mustafa Kemal Atatürk’ ü saygıyla anıyorum. Ruhun şad olsun.

 «»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»«»

              Bu sitede yayımlanan tüm materyal, kaynak gösterilerek alınabilir.

Önemli not: Sitemiz amatör bir site olup ticari amaç gütmemektedir. Sitemizdeki yazıların bütün hakları yazarlarına ait olup yayımı istenmediği takdirde yayından derhal kaldırılacaktır.

13.07.2002    TARİHİNDE  TRT 2' DEKİ "Internet TV" PROGRAMINDA SİTEMİZ  ÖNERİLMİŞTİR

 

Bu sayfanın son güncelleştirilme tarihi Ocak, 2021

31/12/2020 tarihinden itibaren ziyaretçi sayısı