
MUHTEREM
İmdat AVŞAR
Kayseri
İki katlı, uzunca bir binaydı ortaokul.
Ortada upuzun bir koridor, kapıları
koridorun içine doğru açılan derslikler...
Ön tarafında koca bir levha: “Kaman
Ortaokulu”. Köylü, kasabalı, zengin,
fakir… Hepimiz burada okurduk. Biz,
köylerden gelen çocuklar, ev tutardık.
Kendimiz pişirir, kendimiz yıkar, kendimiz
okurduk. Köyden ilk ayrıldığımızda, bir
gariplik çökerdi üstümüze. Bazı geceler
ağlar, analarımızı beklerdik.
Haftada bir, çarşamba
sabahları gelirdi analarımız. Koyunlarında
bir haftalık hasret, dillerinde kurban,
kada, ölüyüm… Hepsi birbirine benzer.
Boncuklu yazma, allı fistan, pazen don,
kolsuz yelek… Ayaklarında, garipliği,
mahzunluğu bir mühür gibi tabanlarına
vuran kara lastikler. Kara lastik! Kışın
dondurur suya giderken. Yazın, yakar,
kavurur arpa biçerken. Hepsinin yüzünde,
aynı kalemden çıkmış bir yazgı. Yokluk,
yoksulluk, sefalet… Alınlarında,
yüzyıllardır biriken çizgi çizgi efkâr;
kat kat hüzün. Yavrularına yiyecek taşıyan
bir serçe gibi. Korkulu, tedirgin, ürkek
hepsi de. Güneş doğmadan tozlu yollara
düşüp traktörün vagonunda sarsılmış
bedenleri ve uykulu, mahmur gözleriyle tan
yeri ağarırken inerlerdi Hanın Önü’ne.
Köyden satmak için
getirdiklerini telaşla traktörlerden
indirir, yan yana dizerlerdi. Bir batman
süt, iki helke yoğurt, iki topak tereyağ,
beş on yumurta… Bizim için getirdiklerini
başka bir köşeye yığarlardı. İki çuval
tezek, beş koşum bulgur, bir helke yoğurt,
birkaç büküm yufka…
Getirdiklerini birkaç seferde
yoğurt pazarına taşırlardı. Ar sayıp sağa
sola bakamazlar, başları önde giderlerdi
çarşıda yürürken. Şaşırsalar yol sormaya
cesaretleri yoktu. Vakti, saati güneşe
bakarak hesap ederler; sattıklarının
hesabını kitabını hiç bilmezlerdi.
Alıcılar ne verirse…
Her çarşamba bir öncekinin
tekrarıydı. Sabahleyin köyden gelen ne
varsa birkaç saat içinde satılırdı.
Ablalarımıza işlengi ipliği, patiska,
kaneviçe; bize kalem, defter, kitap,
ceket, gömlek, ayakkabı… Onlar pahalıydı.
Yılda bir kez, sıra gelirse, harman
zamanı…
İlçede, ortaokulda okuyan tüm köy
çocukları, analarımızın geleceğini bilir,
çarşamba sabahları erkenden Hanın Önü’ne
dizilirdik. Emişme vakti, anasını
bulamayan kuzular gibi sağa sola koşturur;
“Teyze, anam geldi mi? Bibi anamı gördün
mü?” diye varırdık yanlarına. Kimi,
koynuna soktuğu ve daha soğumadan
yavrusuna yetiştirdiği “döndermeli” dürümü
çıkarır, kimi köydeki kardeşlerimizin
boğazından kestiği haşlanmış yumurtayı
uzatırdı. “Yumurtlamıyorlar gıran
giresiceler” diye tavuklara kızarak.
Ağzımızdaki tad değişiverirdi birden. Bir
ana sıcaklığı sarardı bizi. Üşütmezdi
ayaz, çarşamba sabahları. Önce köyden
gelen bir haftalık erzakı çekerdik
kaldığımız köhne kerpiç evlere. Tezek,
yufka, yoğurt, bulgur... Erzakı eve
taşıdıktan sonra yoğurt pazarına gider
analarımızın duluğuna dikilirdik.
Babalarımıza isteklerimizi kolayca
söyleyemez analarımızın dalına binerdik.
Pazarın o kalabalık, uğultulu ortamında
analarımıza anlatırdık dertlerimizi. Köyde
çektikleri yetmezmiş gibi sırtlarına yeni
şelekler yüklerdik. Bizdik ortaokulda
okuyan ama mektebin tüm yükü, okuma
yazması bile olmayan gariplerin sırtına
binerdi. Her oğulun ayrı bir derdi, her
ananın bin derdi…
“Ana, beden eğitimi hocası
eşortman istiyor. Derse almam yoksa
diyor.”
“Eşortman
mı!”
“He ana,
beden dersinde giyeceğiz.”
“Güzün pantul
cekat aldık ya guzum.”
“Eşortman
ana, eşortman..”
“Kaçaymış?
“Beş…”
“Alırık
yavrum. Baban haftaya danayı satacak…”
“Ana, benim
matematik kitabım da yok. Ödevimi
yapamadım, öğretmen…”
“Bıldırkı
kitabından çalış oğlum, idare et!”
“Olur mu ana!
Elişi dersine de mukavva ile uhu lazım.”
“Hokavva ney,
huhu ney gadasını aldığım?”
“Biri karton,
biri de yapıştırıcı ana.”
“Alırık
yavrum, haftaya iki tavuk getireyim de…”
“Ana gız, müzik
öğretmenimiz de flüt istiyor. Hepsinden
önemlisi de flüt. Bir de beş çizgili müzik
defteri... Yeni bir müzikçi geldi. Flüt
getirmeyeni dövüyor…”
“Ben hangi dertten
ölüyüm oğlum, hokavva, eşortman, hülüt…
Hocalarınız da insan halından bilseler ne
var? Yoklu mu, yoksul mu diyen yok?...”
***
O çarşamba, analarımızın
zihninde bir flüt sorusu kaldı. “Hülüt ne
ki gadasını aldığım?” Yoğurt paralarının
bir kısmını gönülsüzce uzattılar elimize.
Hepsi aynı şekilde yakındılar o hafta.
“Biz uşağı okusun, adam olsun diye mektebe
salıyoruz, hocalar düdük çaldırıyor anam.”
Hepimiz analarımızın düdük dediği
flütlerden aldık. Sarı, kırmızı, mavi,
beyaz flütler… Öttürerek vardık ortaokulun
bahçesine.
Nusret Hoca gelmeden önce
ortaokulda müzik öğretmeni yoktu. Müzik ve
yabancı dil hocaları olmazdı zaten. Flütü
biz de bilmezdik. Nusret hoca, daha ilk
derste flütün ne olduğunu bağırarak
öğretti bize. Biz de koşup analarımıza
öğrettik.
Çoğumuz sefil, perişan köy
çocuklarıydık. Değiştirmeye gömleğimiz,
kazağımız olmazdı. Bazen yollar kapanır
gelemezdi analarımız. Haftalarca aynı
gömlekle giderdik okula. Yakalarımız
kirden ışılardı. Ağabeylerimizden, amca
çocuklarından kalma ceketlerin kolu
ellerimizi yutar; cepleri dizkapaklarımıza
kadar inerdi. Pantolonların beli düşer,
elimizin biri sürekli belimizde olurdu.
Elimizin biriyle pantolonumuzun belini
tuttuğumuzdan koşularda yenilirdik hep.
Öğretmen birimizi tahtaya çıkarsa,
resmimize bakar gülerdik. Hep bir
şeylerimiz eksik olurdu. Yazılılarda
çizgili kâğıt, başlık yazmak için kırmızı
kalem, bekâr evinde yağ, teneke sobada
tezek, çayımızda şeker… Nusret hocanın
korkusundan müzik dersine noksansız
girerdik sadece. Bir flüt, beş çizgili
müzik defteri ve bir türlü
ezberleyemediğimiz; ezgisi, sözleri bizden
olmayan o tuhaf, soğuk, donuk şarkılar…
İlçede oturan çocuklar bizden
biraz farklıydı. Biz köy çocukları,
sürünün içindeki yadırgı koyun gibi
seçilirdik onlardan. Kilimcinin Murtaza,
Nalbantların Bayram, Nurukâlerin Arif,
Kötüköylü Ercan, Karakütüklü Şaban… Hangi
rüzgâr savurmuştu, hangi tipi sürüp
getirmişti bilinmez. Bir de Abdalların
Muhterem vardı sınıfımızda. İçimizde en
gariban oydu. Abdallar Mahallesinden
gelirdi. Zurnacı Bağrıyanık’ın oğluydu.
Meşhur bir zurnacıydı babası. İlçede
herkes tanırdı. Muhterem’i de tanırlardı.
Yaz tatillerinde babasının yanında köylere
düğünlere gelirdi. Babası gibi o da zurna
çalardı. Düğün çalan, meclislerde oturan
bu iri yarı abdal oğlu, ilkokulu nerede
okumuştu? Ortaokula nasıl, niye gelmişti?
Muhterem, kara yağız, kavruk
tenli, bize göre uzun, boylu poslu bir
oğlandı. Yanakları tombul, gözleri üzüm
karası… Zurna çalan parmakları etli,
iriceydi. Aynı sırada otururduk. Ben onun
ödevlerini yapardım, o da düğün çalıp
geldiği haftalarda bana “kırık leblebi ve
keçiboynuzu” alırdı. Bıyıklarımız daha
terlememişti bizim. Ama Muhterem birkaç
gün tıraş olmadığı zaman bıyıkları
belirginleşir, pazartesi günleri İstiklal
Marşının ardından hocaların hışmına
uğrardı. Bıyıkları yüzünden bazı hocaların
hiddetli tokatları çarpardı esmer
yanaklarına. Sorguya çekerlerdi onu.
Muhterem hep aynı cevapları verirdi. Kesin
ve kısa.
“Niye traş olmadın lan?”
“Cilet yok hocam.”
“Ceketin niye yırtık?”
“Anam yok
hocam.”
“Düğünlerde içiyor muşsun?”
“Tövbe, Vallaha yok hocam”
…
Hiçbir mazereti kabul görmezdi
Muhterem’in. “Pat, pat” iki tokat inerdi
tombul yanaklarına. Hiç sarsılmazdı;
umursamazdı. Elini siper etmezdi yüzüne.
Suratını azdırır, hazır ol vaziyetinde
bekler, tokadını yer, sakince sırasına
geçerdi. Sadece jileti değil, defteri,
kalemi, kitabı, eşofmanı, flütü de
olmazdı. Dayak yer, aşağılanır, horlanır
ama yılmazdı. İnatla okula gelirdi.
Babasını tanıyan, onun bir abdal oğlu
olduğunu bilen hocalar ses çıkarmazlardı.
Hatta teşvik ederlerdi. Yazılılarda sağa
sola bakarak yazmasına karışmazlardı pek.
Sınıfı geçmesi için biraz da yüksek not
verirlerdi. Ama ilçe dışından gelen, onu
tanımayan hocalar, bir zulüm bulutu olur
Muhterem’in üzerine yağardı.
Yetişkin bir adamın hatları
vardı yüzünde. Kaşlarını çatınca alnında
derin çizgiler oluşurdu. Farklıydı.
Duruşu, oturuşu, kalkışı diğer çocuklara
benzemezdi. Teneffüslerde yalnız gezerdi.
Bizden üst sınıfta bir kıza dalardı
gözleri. Ayakları o kızın olduğu tarafa
götürürdü Muhterem’i. O, bir şeyler
anlatırken bir ihtiyar adam konuşurdu.
Hocaların anlattığı hiçbir şey sarmazdı
onu. Sınıfın duvarları kuşatamazdı
Muhterem’i. Derslerle pek ilgilenmezdi.
Çukur ayna, tümsek ayna… Frigyalılar,
Urartular… Çember, daire, üçgen… Vız gelir
tırıs giderdi zihninden.
Müzik dersimize,
Türkçe hocası gelirdi. O, dilinden bal
damlayan adam. Yaşar Bey. Derste her
birimiz birer türkü söylerdik. Kırk dakika
bir su gibi akar; neşe içinde biterdi. Ne
solfej ne nota, ne de diyez, bemol… “Sol
anahtarı”ndan hiç haberimiz yoktu. Bir
türkü söyledik mi Yaşar hocaya, tüm
kapılar kendiliğinden açılırdı. “Bir bölü
birlik, bir bölü dörtlük, sekizlik,
onaltılık… Ne notalar, ne vuruşlar…
Hiçbirini bilmezdik. Mutluyduk. Müzik
deyince yanık bir türkü gelirdi aklımıza.
Türküler gibiydi zaman. Neşeli, dertli…
Nusret hoca
gelmeden önce, müzik dersinde en başarılı
öğrenci Muhterem’di. Bize, diğer
derslerdeki başarılarımıza göre bir not
veren Yaşar hoca, Muhterem’e cömert
davranırdı. Muhterem o yanık sesiyle “aydooost!”
diye bir bozlağa asılır; “on” alıp
otururdu.
Muhterem hariç herkesin sadece
bir türküsü vardı. Kilimcinin Murtaza,
“Kızım sana fistan aldım vardı mı da vardı
mı?…” Nalbantların Bayram, “Bahçeye biber
ektim de kız Meryem, Meyrem…” Nurukâlerin
Arif, “Bağa gel bostana gel” diye
başlarlardı. Çoğumuzun türkülerini yarıda
keserdi Yaşar hoca. Muhterem, her hafta
farklı bir türkü söylerdi. Onun
türkülerini hiç kesmez, sonuna kadar
dinlerdi. “Karadır bu bahtım kara, Ağ
ellerin sala sala gelen yar…” bazen
hüzünlenirdi Yaşar hoca.. Bir türkü
söylerdi ki Muhterem. Yaralı, ölgün, içli
bir türküydü. Bir ateş gibiydi ezgisi.
Muhterem’in göğsünden kalkan yalım tüm
sınıfı yakardı. Hepimiz sessizce
dinlerdik.
İp attım ucu kaldı
Darakta kücü
kaldı
Ben sevdim
eller aldı
Yürekte acı
kaldı
***
Nusret hocanın daha ilk derste
estirdiği korku rüzgârı, köylerdeki
analarımızı bile savurmuştu. Gönülsüz de
olsa birer flüt parasını çıkarıp
vermişlerdi. İstanbulluydu Nusret hoca;
havası, suyu, insanları, türküleri farklı
şehirden. Kolayca telaffuz edemediğimiz
“konservatuar” mezunuydu. Duyduğumuzda
gözlerimimz iri iri açılmıştı.
“Konservatuar!” Gözleri çil maviydi Nusret
hocanın. Donuk, mat, soğuk. Hiddetlenince,
gözlerinde korkunç; okunmaz ifadeler
olurdu. Bakışlarımız sıraya çakılırdı.
Gözlerine bakamazdık.
Flütlerimizi alıp geldik. Hoca
tebeşir tozuna batırdığı bir ip ile
tahtaya beş çizgi çekip çizgilerin baş
tarafına bir de anahtar koydu. Sınıf bir
mapushane, o beş çizgi de demir
parmaklıklara dönüştü birden. Ve o
anahtar, “sol anahtarı!” Hiçbirimiz,
hiçbir kapıyı aralayamadık onunla. Ritm,
solfej, tam vuruş, yarım vuruş, ince re,
kalın do, si bemol, fa diyez… Anlamsız
çığlıklar ve flüt. Bir helke yoğurt
parasına aldığımız o kâbus, rüyalarımıza
giren alet. Ezgilerimiz yarım kaldı.
Türkülerimiz dilsiz…
İngilizceden, matematikten
korkmazdık. Müzik dersi olduğu günler ise
bir tedirginlik çökerdi üstümüze. “Nusret
hoca beni kaldırmasa” diye bildiğimiz tüm
duaları okur; hatim indirirdik. Bir türkü
söyleyip yedi, sekiz, on aldığımız günler…
O günler ki, sisler, dumanlar içinde
kaybolan uzak hatıralar gibiydi. El
yetmez, göz görmez hatıralar…
Nusret hoca flütü
öttürüp sorardı:
“Bu hangi ses?
“Fa.”
“Aç elini! ”
“Pat, pat,
pat, pat.”
“Geç yerine,
senin yerinde eşek olsa öğrenirdi.”
“Do, re, fa”
bir vuruşluk, dört vuruşluk” bir türlü
tutturamazdık. Beyaz değnek elimize inip
inip kalkardı. Elimizi yalayıp geçerdik
sıramıza.
Bir bahar günüydü.
Çarşambaydı. Analarımıza uğrayıp
gelmiştik. Matematik dersinden yeni
çıkmış, fa, sol, la sol, mi mi, re mi… bir
şeyler ezberlemeye çalışıyorduk. Muhterem
oralı bile değildi. Bize bakıp gülüyordu.
Nusret hoca derse girdiğinde,
sınıfın içine ölü toprağı serpildi. Derin
bir sessizlik çöktü. Gözlerimizi kaçırdık
hep birlikte. Muhterem ile ben orta
sıralarda kafamızı önümüze eğdik; bir çift
keklik gibi pustuk. Hoca flütü ile bir
parça çaldı. Sonra melodisiyle birlikte
söyledi.
“Oooooo, mavi bilye gibi
dünyaaaaaaa!
Tüm
dünyanın çocuklarııııııı!
Gelin
oynayalıııııııııım.
Mavi
bilyelerleeeee;
Dostluk
kardeşlikleeeeeeeeeeeeee…”
Bu sözler hepimize bir tuhaf
gelmişti. Zihnimizde hiçbir acıya, ateşe,
ağıda, türküye karşılık gelmiyordu. Gülmek
istiyor, korkudan gülemiyorduk. Yaşar hoca
olsa kahkahalar atacaktık. O da gülecekti
bizimle. Nusret hoca şarkısını bitirdi ve
o, anlamını bir türlü çözemediğimiz, belki
de hiç çözemeyeceğimiz acayip seslerle
bağırmaya başladı.
“Siiiiiii, la sol fa mi re do
re siiiiiiiiii….”
Muhterem
usulca fısıldadı:
“Bu ne bağırıyor gurban
olduğum? Göçün ardında kalmış deve köşeği
gibi…”
Dudaklarımızı ısırdık.
Muhterem’in gözlerinin içi parlıyordu.
Yanaklarımız gerilmişti. Korkmasak
pıskıracak; kahkahayı basacaktık. Hoca
fısıldadığımızı görmüştü. Muhterem
kaşlarını çatıp ciddileşti, yüzündeki
ifadeler değişti. Nusret hoca gözlerini
ağarttı. Gözlerinde çil mavisi iki bilye
dönmeye başladı. Bakışları ürkütücü,
soğuktu. Sınıfa şöyle bir göz gezdirdi.
Bize doğru ilerledi. Muhterem’in
ensesinden tutup çıkardı sıradan.
“Tahtaya” dedi.
Muhterem ölüm
fermanı okunan bir mahkûm gibiydi.
Ceketinin altında gömleği yoktu. Kravatı
boynuna bağlamıştı. Nusret hoca flütü bir
eliyle sopa gibi tutup diğer eline
vuruyordu. Muhterem’ e bakıp gürledi.
“Nerde flütün!”
“Flütüm yok hocam.”
“O zaman söyle! Ooooooo mavi
bilye gibi dünyaaaaaaaaa…”
Muhterem bir bozlağa asılır
gibi asıldı.
“Ooooo…”
“Sus! Sus! İğrenç! Bu köylü
türküsü mü be! Kes! Al bakalım şu flütü.
Çal! Siiiiiii, la sol fa mi re do re
siiiiiiiiii….”
Eline zurnayı alınca yanık
yanık öttüren Muhterem’in, zurnanın
deliklerinde ahenkle inip kalkan o iri
parmakları, flütün üzerinde anlamsızca
gezindi. Etli, tombul parmakları
titriyordu. Avurtlarını şişirip bir iki
daha denedi. Nusret hoca artık yerinde
duramıyordu. Zurnayı, karadır bu bahtım
kara, sözüm kar etmiyor yara, diye acı acı
inleten, zurnaya “Eyvah, eyvah” dedirten
Muhterem, bu küçük alete hiçbir şey
söyletemiyordu.
Muhterem “dürt, dürt” bir iki
ses çıkardı ama Nusret hocanın istediği
sesler değildi. Hiddetlendi:
“Çal ulaaan. Siiiiiii, la
sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
“Düdüdüüt, düt, düdüdüt.”
“Olmuyor, olmuyor! Eşek bile…”
“Bunu çalamıyorum hocam.”
“Çalacaksın,
çal!”
“Hocam zurna!
Zurna olsa…”
Muhterem sözünü tamamlayamadı.
Nusret Hoca, zurna kelimesini duyunca
gözlerindeki mavilikler kayboldu.
Çıldırdı. Köpürdü.
“Zurna
mı? Zurna mı? Zurna!
Elindeki flüt ile
Muhterem’in kafası gözü neresi denk
gelirse vurmaya başladı. Korkudan
sıralarda eridik. Yapıştık sıralara.
Kafamızı kaldırıp bakamıyorduk. Flüt,
Muhterem’in başında ikiye ayrıldı. Flütün
baş tarafı fırladı gitti. Yüzünde tokatlar
patlıyordu. Muhterem bir heykel gibi
hareketsiz duruyordu. Yanağına patlayan
tokatlardan yılmıyor, sadece tokat inerken
gözlerini kısıyordu. Hepimizin yüzleri
gerilmişti. Muhterem’e vurulan tokatlar
bizim de yüzümüze iniyordu. Hoca iyice
azıttı. Kızlardan biri feryadı basıp
ağlamaya başladı. Nusret hoca birden
kendine geldi. Durdu. Şaşkındı. Ne
yaptığını bilmiyordu. Donuk mavi gözlerini
sınıfa dikti. Burnundan soluyordu.
Hiçbirimiz onun gözüne bakamıyorduk.
Muhterem, hocanın gözlerinin içine içine
bakıyordu. Göz göze geldiler. Muhterem’in
sesi boğuk, ağlamaklıydı. Ağlamadı.
Boynundaki kravatı çıkardı. Usulca
seslendi.
“Öfken geçti mi hocam,”dedi. Sıraya doğru
yavaş yavaş geldi. Yanıma oturacak sandım.
Sıranın kenarına doğru çekildim. Sıranın
gözünde bir tane defteri vardı. Eğilip
defterini aldı. Koltuğunun altına
sıkıştırıp sınıfın kapısına doğru yürüdü.
Kapıyı yavaşça açtı ve çıktı…
Ertesi gün, sonraki gün…
Muhterem bir daha okula gelmedi. O,
gömleği olmadığı için kravatı boynuna
takan, düğün çalıp geldiğinde bize
keçiboynuzu, kırık leblebi alan, üst
sınıftaki çifte belikli kıza uzaktan
bakan, karayağız yiğit oğlan yoktu… sınıf
eksik, onun oturduğu sıra garipti.
Birkaç hafta sonraydı.
Çarşamba günüydü. Birkaç arkadaş yoğurt
pazarında analarımızın yanına dikildik.
Yoğurtlar satılacak, biz de harçlığımızı
alıp okula gidecektik Kıştı. Soğuk, ayaz…
Muhterem’i gördük. Sırtında bir çuvalla
gidiyordu. Koşup çağırdım arkasından.
“Muhterem, Muhterem!”
Sırtındaki çuvalı indirmeden
geriye döndü. Yüzüme baktı. Çuvalın sahibi
de durdu. Cevabını bildiğim halde sordum.
“Muhterem okula gelmiyorsun?”
Bıyığının altından güldü. Bir
cümle çıktı ağzından.
“Sabahın ayazında yüzüne
gezdireyim müzik hocanızın!”
Umursamaz bir tavırla döndü ve
yükünü taşıdığı adamın ardından iki büklüm
yürüdü.
****
Atatürk’ün ilçeye gelişinin
yıldönümüydü. Her yıl temsili bir
karşılama yapılırdı. Davullar gümbür
gümbür dövülür, zurnalar yiğitçe öter,
halk o günü yaşıyormuşçasına meydana
dökülürdü. Okul müdürü, ortalıkta telaşlı
telaşlı koşturuyordu. Bize de kızdı.
“Peynir kurdu gibi kaynaşmayın
sessiz durun!” dedi. Sıkıntılıydı.
Yanındakilere yakınıyordu:
“Yalvar yakar getirdim
Bağrıyank’ı. Küstüğüm dağın odunu yakmam
dedi diretti. Gelmiyordu. Kaymakam Bey’e
rezil olacaktık. Bağrıyanık’ başkası da
istediğimiz gibi çalamaz ki kardeşim.
Yıllardır o çalar törenlerde. Ah, Nusret
Hoca! Ne istedin garipten. Zavallı
Bağrıyanık, nasıl da hevesli getirmişti
oğlanı, okusun diye. Elin İstanbullusu ne
bilir Anadoluyu! Burayı Beyoğlu sanıyor…
Bağrıyanık’ın yerinde ben olsam, gelmezdim
vallahi… Garip bir abdal oğlu, ne bilsin
notayı, flütü…”
Nusret Hoca’nın arkasında
beşerli sıraya dizilmiştik. Birkaçımızın
elinde kağıt bayraklar vardı. Nusret hoca
ceketinin düğmelerini iliklemiş, esas
duruşta, önümüzdeydi. Az ilerde Zurnacı
Bağrıyanık ve Muhterem, törenin
başlamasını bekliyorlardı. Muhterem ile
ara sıra göz göze geliyorduk. Elini kolunu
sallayıp gülüyordu. Ara sıra Nusret hocayı
işaret ediyor ardından elindeki zurnayı
gösteriyordu. Biraz sonra:
“Vurun ustalar! Vurun!” diye
bir ses duyuldu.
Atlılar, tören alanına doğru
alkışlar arasında ilerliyordu. Davulcular
davula gaydasıyla vurmaya başladı.
Bağrıyanık ve Muhterem avurtlarını
doldurdular. Zurnaların dilinden bir
yiğitleme dökülüyordu. Muhterem zurnasını
Nusret hocaya karşı tutup var gücüyle
üflüyordu. Muhterem’in tombul iri elleri
zurnanın deliklerini bir kapatıp bir
açıyordu. Zurnaların inleyen sesindeki
karşılama havası, meydandakilerin gönlünü
coşturuyordu. Zurnaların öyle bir ahenkli
bir sesi vardı ki, Nusret hoca belki de
ilk kez duyduğu bu sese kulak kabarttı.
Hemen önünde, Bağrıyanık’ın yanında zurna
çalan kara oğlanı iyice süzdü. Yanındaki
hocalara hayretle soruyordu.
“Bu çocuk, şu, şu zurna çalanı
diyorum. Bizim öğrenci değil miydi?”
“Bu çocuk…”
“Bu…”
“Muhterem kendini zurnanın
sesine vermiş, gözlerini kapatmış,
duluklarını şişirip şişirip boşaltıyordu.
Nusret hoca hayretler içindeydi. Elini
ağzına götürdü. Gözleri iri iri açıldı.
Boş, anlamsız bakıyordu.
Muhterem, aşk ile çalıyordu
karşılama havasını… |