Ana Sayfa

Sizin İçin Sayfası

 

 

 

Dinlerarası Hoşgörü

Prof.Dr. Hayrani Altıntaş
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Sevgi, barış, alçak gönüllülük, adâlet ve erdem, hoşgörüyü doğururlar.
Kültürümüz bu hususları tavsiye etmiş, hatta inananların bunları taşımalarını emretmiştir.
Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de bulunan hoşgörü ile alâkalı pek çok ayetten birkaçını zikredelim:
- Dinde zorlama yoktur (Bakara, 256),
- Sen inanmaları için insanları zorlamak mı istiyorsun? (Yunus, 99),
- ... arınmak istemesinden sana ne (Abese, 7),
- Sen ancak bir hatırlatıcısın. Onlar üzerine baskı yapıcı değilsin. (Gaşiye, 21-22),
- Eğer isteseydik her kişiyi hidayete kavuştururduk. (Secde, 13).
Nihayet, Sevgili Peygamberimizin, eşitlik, adâlet ve hürriyeti ifade eden ve hoşgörünün genel bir ilkesi olan meşhur sözü şöyledir:
"Arabın, Arap olmayana üstünlüğü yoktur". Bu söz, hiç bir istisna bırakmaksızın bütün insanlara eşit muameleyi ve hoşgörülü davranmayı kapsıyor.
Buraya kadar haklarında bilgi verilen tarikatlar, İslâm âleminde hoşgörünün âdeta timsali olmuşlardır.
Her ne kadar bütün müslümanlar hoşgörülü olmaya mecburlarsa da, bunun uygulanması her zaman kolay olmamıştır. Ama tasavvufî düşünce, dolayısıyla tarikatlar, bunu gerçekleştiren kurumlar olmuşlardır.
Hoşgörüsüzlüğün kaynağında, insan beni vardır. Bencillik, herşeyi kendinden yana istediğinden hoşgörüyü tanımaz. Bencilliği meydana getiren unsurlar, peşin fikirler, kişiliğe ait düşünceler, taassubun her çeşidi, dikkafalılık, inatçılık, bilgiçlik, kibir, hased ve kıskançlıktır.
Bütün bu hisler, hoşgörülü olmayı engellerler. Ama tasavvuf, bencilliğin yok edilmesini, bencilliği ortaya çıkaran nefsin hakimiyet altına alınmasını ister ve gerekli kılar. İşte, bu yüzden, mutasavvıflar, hoşgörüye daha çok sahip olan kimselerdir.
Şimdi, İslâm Düşüncesinde mevcut olan hoşgörü ile ilgili birkaç ayeti Sevgili Peygamberimiz'in güzel sözlerinden bazılarını zikredelim:
"Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilaf edip durmaktadırlar" (Hud 11/118).
"Şayet Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi mutlaka inanırdı. Böyle iken sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın" (Yunus 10/99).
Hz.Peygamber: "Allah Tealâ, insanlara dünyada eziyet edenlere kıyamette azap eder".
Ehl-i Kitab'ın hakkına riayet hususunda, Ebû Dâvud, İmâre, 33'de şu kaydedilir:
"Müslümanlar Hayber'i fethedince bazı askerler izinsiz Yahudiler'in evlerine girmişti. Hz.Peygamber kızdı ve Allah Tealâ, izinsiz ehli kitabın evlerine girmeyi, yiyeceklerini yemeyi, kadınlarını dövmeyi yasaklamıştır" dedi.
Gene Hz.Peygamber,
"Kim bir zımmîye eziyet ederse, ben onun düşmanıyım" demiştir.
Müslümanların önde gelen hukukçularından İmâm Ebû Yusuf, zımmî haklarına riayeti ve yumuşak davranmayı savunur. Zulüm, zorluk çıkarılmamasını öğütler.
Çünkü Hz.Peygamber,
"Kim bir gayri müslim'i öldürürse, cennetin kokusunu alamaz. Halbuki cennetin kokusu altmış yıllık mesafeden duyulur" demiştir.
Büyük bilgin İbn Hazm da: "Himayedeki zımmet ehlini (gayri müslimleri) korumak ve haklarını vermek bir görevdir" demiştir.
Anadolu'da, dinin emirleri gereği, hükümdarlar, padişahlar, mutasavvıflar, hukukçular, topyekün müslümanlar, yahudi ve hıristiyan bütün dinlerin inananlarına hoşgörü ile davranıyorlardı. Dârü'l-Aceze en güzel örnektir: Cami, kilise, havra yanyanadır.
Anadolu'daki şehirlerin hiç biri, hiçbir şekilde bir site'ye benzemiyordu. Bunlar içinde muhtelif etnik unsurlara muhtelif dinlere, çeşitli sosyal tabakalara, çeşitli mesleklere mensup insanların müştereken yaşadığı (Bağdad, Halep gibi) -Konya, Kayseri, Sivas- şehirler idi. Buralarda, Rum, Ermeni, Yahudi ve Türk birarada idi.
Muhtelif dinlere mensup olanlar, ayrı mahallelerde oturuyorlardı, ama, şehir hayatı kültür bakımından onları birbirlerine çok yaklaştırıyordu, böylece aralarındaki fark azalıyordu.
Köprülü'nün kaydettiği gibi, Selçuklular ve Danişmendliler, hıristiyan ve müslüman kitlelere karşı geniş bir hoşgörü ile davranıyorlardı.
Öyle ki;
- Türkler, vakıflarından hıristiyanların da yararlanmasını şart koşmuşlar.
- Selçuklu hükümdarı II. İzzettin Kılıçaslan (455-1192) Malatya'da Süryanî patriğini ziyaret etmede bir beis görmemiştir.
- II. Gıyasettin Keyhusrev, hıristiyan eşi rahat ibadet etsin diye papaz getirtmiştir.
- Orhan Gazi, Rum tekfurunun kızıyla evlenmekte bir mahzur görmemiş, ikinci defa Kantakuzen'in kızı Theodora din değiştirmeyi reddetmiş, buna bağlı olarak Bizans İmparatorluk töreni prokypsis ihtişamla gerçekleştirilmiş.
- I. Murad zamanında, İstanbul Patriği, Papa VI. Urben'e mektup yazarak Türk yönetiminden memnun olduğunu söylemiştir.
- Fatih, İstanbul'daki Rum, Ermeni, yahudiler için Emanname çıkarmış, Galata zımmîlerine meşhur Ahidnâme'yi vermiştir. Ayrıca,
- Fatih, Heybeliada'daki Ruhban Okulu'nu ziyaret etmiş, onlara yardım etmiştir.
- II. Beyazıt, İspanya'dan kovulan Yahudileri kabul etmiş, Türkiye'de iskân edilmelerini emretmiştir.
- Osmanlı Hükümdarı Yavuz, 1516'da Kudüs'ü alınca, Ermeni Patriği III. Serkis'i hoşgörü ile karşılamış, fermanla dinî özgürlük tanımıştır.
- Gayri müslimlerin 16. yüzyıla kadar Osmanlı yönetici sınıfına din değiştirmeden katıldıkları biliniyor.
- I. Beyazıd'ın oğulları arasında Mehmed ve Mustafa'nın yanısıra Süleyman, Musa ve İsa vardı.
- "Sultanların Himayesi Altında Hıristiyanlık ve İslâmiyet"in yazarı F. W. Hasluck, dinî senkretizmi iftiharla anlatır.
Mevlânâ, dinlerin aynı hedefe yöneldiklerini söyler. Ona göre, bütün peygamberler doğrudur. Mesnevî'sindeki Yahudi padişahın hıristiyanlara karşı taassubunu dile getiren hikayesi hoşgörüsüzlüğü anlatır.
Anadolu'da muhtelif dinlere mensup olanlar, ayrı mahallelerde oturuyorlardı. Mamafih şehir hayatı, İslâmlarla gayri müslim unsurları kültür bakımından birbirine çok yaklaştırıyor, aradaki farkları azaltıyordu: Mevlânâ öldüğü zaman Konya'nın yalnız İslâmlar'ı değil, Hıristiyanları, Yahudileri de cenaze merasimine iştirak etmişlerdi. Kökleri hıristiyanlıktan evvelki devirlere çıkan birçok mahallî âdetler, mahallî kültler, o mahal halkı arasında, Müslüman veya Hıristiyan olsunlar, yaşıyordu. Anadolu'nun Türklerle beraber yaşayan Rum ve Ermeni ahalisi Türkçe'yi öğrenmişlerdi; Türkler arasında da bu iki dili, bilhassa Rumca'yı bilenler az değildi. Türklerin Rum ve Ermeni kadınlarıyla izdivacı da bu hususta müessir oluyordu. Hulâsa, Selçuk şehirlerindeki halk, maddî kültür bakımından hemen hiç bir ayrılık göstermedikleri gibi, Müslüman ve Hıristiyanlar arasında dinî sebeplerden doğmuş husumet ve mücadeleler de mevcud değildi. Gerek Selçuk İmparatorları, gerek İlhânî idaresi, herhangi bir dinî taassub hislerinden tamamen âzade idiler; Anadolu'daki Selçuk idare sistemi aslâ teokratik bir mahiyette olmamış, İslâm hukuk prensiplerinin bunu istilzam etmesine rağmen, devlet-nazarî değil fakat fi'lî olarak- kendi menfaatini ve idaresini her şeyin fevkinde tutmuştur.
Osmanlı döneminde de aynı hoşgörü vardır. Meselâ "İlbire bölgesinde, fethin üzerinden bir-bir buçuk asırlık bir süre geçtikten sonra bile, henüz tamamlanmamış bir camiye karşılık dört büyük kilise faaliyette bulunuyordu. Hatta sözünü ettiğimiz fetih esnasında Yahudiler oldukça güç durumda idiler. Dinlerine müsaade edilmiyor, hatta müntesipleri sürgün ediliyordu. Fakat, İslâm, bunlara da aynı hürriyeti vermekte tereddüt etmemiştir". Sadece Endülüs'te değil, İslâm'ın hâkim olduğu dünyanın bir köşesinde bile gayri müslimlere, sadece dinleri sebebiyle zulüm veya baskı yapılmamış, mâbedlerine de asırlarca dokunulmamıştır. Bugün bile, gerek dünyada, gerekse Türkiye'de ibretâmiz, İslâm'ın dinî hoşgörüsünün timsali, duygulandıran manzaralarla sık sık karşılaşmak mümkündür. İşte Ankara'da Hacı Bayram-ı Velî Camii ve yanındaki Roma mâbedi, işte İstanbul Kuzguncuk'taki yan yana asırlarca yaşayan cami, kilise ve sinagog. Hemen denizin kıyısında, iskele karşısında yeralan Surp Kirkor Lusavaric Ermeni Kilisesi, kesme taştan yapılmış büyük bir bina. Bitişiğinde minaresi ve kubbesiyle Kuzguncuk Câmii, bunlara oldukça yakın İcadiye Caddesi'ndeki Büyük Havra beraberce yaşıyor İslâm toprağında...
Din hürriyeti Anadolu'da sadece mâbedlerde değildi, tabii, sosyal hatta hukukî alanlarda gayri müslimlerin hayat, can, mal, ırz, namus vb. hakları, Müslümanlarınki kadardı. Meselâ Fatih Sultan Mehmed'in Galata zımmîlerine verdiği "Ahidname" bugün arşivlerdedir: Ahidname'nin şartları -girişini yazmıyoruz- şunlardır:
1. "Kabul eyledim ki, kendülerün ayinleri ve erkânları ne vechile cârî olagelirse, yine ol üslûp üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Ben de üzerlerine varup kalalarını yakup harap etmeyem.
2. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metâ'ları ve avretleri ve oğlanları ve kulları ve cariyeleri kendülerin ellerinde mukarrar ola, müteârız olmayam ve üşendirmeyem.
3. Anlar dahi reçberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi deryadan ve kurudan sefer edeler, kimesne mânî ve müzâhim olmaya, muaf ve müsellem olalar.
4. Ben dahi üzerlerine haraç ve vaz'edem, sâl be-sâl eda edeler gayrılar gibi. Ben dahi bunların üzerlerine nazar-ı şerifin diriğ buyurmayıp koruyam, gayrı memleketlerim gibi.
5. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alup mescit etmeyem. Bunlar dahi yeni kiliseler yapmayalar.
6. Ve Ceneviz bezirgânları deryadan ve kurudan, rençberlik edüp geleler ve gideler. Gümrüklerin âdet üzerine vereler. Onlara kimesne te'addî etmeye.
7. Ve buyurdum ki yeniçeriye oğlan almayam ve bir kâfiri rızası olmadan Müslüman etmeyeler ve kendüleri aralarında kimi ihtiyar ederlerse maslahatları içün kethüda nasbedeler.
8. Ve buyurdum ki, evlerine doğancı ve kul komaya ve kalalı mezkure halkı ve bâzirgânları angaryadan muaf ve müsellem olalar. Şöyle bileler, Alâmet-i Şerif'e i'timad kılalar. (857/1453).
Bu şartlarda uzun seneler Müslüman Türk hâkimiyetinde yaşayan azınlıklar, devleti zafiyet ve güçsüzlük zamanlarında tekrar nankörlük yapmaya başladılar. Meşrutiyet ve Tanzimatla azar azar kopardıkları büyük tavizler ve neticesinde yıkılan üç kıtaya hâkim imparatorluk. Ama ne olursa olsun devlet ol
Osmanlılar tarafından patriklere verilen imtiyazlar, Müslüman-Türklerin vicdan hürriyetine gösterdiği saygının en belirgin delilidir.
Fatih Sultan Mehmed, Sırbistan hudutlarına dayandığı zaman, Sırplar, ya da Türkleri ve Macarları tercih etmek zorunda kaldılar. Sırplar ortodoks, Macarlar katolikti. O yüzden bu iki millet birbirini hiç sevmiyordu.
Sırp kralı Jorj Brankoviç, Macar kralı Jan Hünyad'a bir heyet göndererek: "Siz Türklere galip gelirseniz, mezhebimiz olan ortadoksluk hakkında ne gibi imtiyazlar vereceksiniz?" diye sordu. Jan Hünyad cevabında: "Sırbistan'ın her tarafında katolik kiliseleri yaptıracağını" söyledi. Bu defa Sırp kralı aynı soruyu sormak üzere Fatih'e de bir heyet gönderdi. Fatih, mezheplerinin gereğini serbestçe ifâ edebileceklerini, dinî mevzuda tamamen hür ve serbest olduklarını bildirdi. Aldıkları bu cevap üzerine Sırplılar, Türklerin hâkimiyetini kabul ettiler.
Fatih'in Sırplılara verdiği sözün çeşitli tezâhürlerini bugün bile görmekteyiz. Meselâ İstanbul'da Abdi Subaşı mahallesindeki câmiin bitişiğindeki Rum Patrikhânesi ve kilisesi mevcuttur. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Câmiin hemen karşısında bir Rum kilisesi bulunmaktadır. Bunlar Osmanlı Devleti'nin din hürriyetine verdiği değerin en güzel maddî delilleridir.
İslâm'ın Türk ruhuna kazandırdığı üstün müsâmaha anlayışı, tarihe böyle nice insanlık numûneleri kayd ettirmiştir. Hadiseleri düşünürken onların meydana gelmesine sebep olan kahramanların kahr edici gücünü ve nüfuzunu da birlikte mütâlaa etmek gerekir: zira "Dinlerden hangi din, milletlerden hangi millet vardır ki, kendileri galip ve fatih oldukları halde yabancılara, müslümanların Hıristiyanlara, Yahudilere yaptıkları muâmelede bulunmuşlardır? Müslümanlar öyle bir vakitte idiler ki, eğer İslâm'ı şiddet kılıcıyla bütün dünyaya yaymak isteselerdi, onlara muhalefet edecek ve karşılarında duracak kimse yoktu".
Müslüman Türklerin kudret ve adâletini Avrupa'nın çok iyi tanıdığı bir çağda yaşayan ve siyasî fikirleri sebebiyle zindana atılan İtalyan filozofu Campanella (ö. 1631), Türk milletinin, fikir ve vicdan hürriyetine gösterdiği saygıyı şöyle anlatır:
"İçinde yaşadığım şafaksız gecenin bir sabaha ermesini istemiyorum. Böyle bir sabahın sonu gene gecedir. Çünkü zindanın dışında istibdat var ve istibdat, hür fikirlere ancak gece vâdeder. Ben, bir "Güneş ülke"nin hasretini çekiyorum. Bu ülkede gece olmasın ve insanlar, karanlık mefhumunu orada tanımasın!"
Türklerin hoşgörüsünü, dinî ve tasavvufî açıdan dile getiren Yunus Emre, bu konudaki en güzel örnektir. Ona göre, İnsaniyetçiliği kazanmanın en önemli yolu, hoşgörüdür. Yunus Emre için hoşgörü, bir insanın, Tanrı'nın ve insanların istemediği olumsuz sosyal ve ahlâkî duygu ve davranışlardan kaçınması ve başkasını da, eğer bu tür duygu ve davranış içinde bulursa, affetmesini bilmesidir.
Dostu düşmanı bir tutmak, âdil davranmak, kin beslememek, kişiler arasında sınıf farkı gözetmemek, bağışlamak, gönül almak gibi bütün güzel ahlâkî duygu ve davranışlar hoşgörünün eseridir:
"Kimseyi düşman tutmazuz agyâr dahı yârdur bize
Kanda ıssızlık varısa mahalle vü şârdur bize

Adumuz miskindir bizüm düşmanımuz kindür bizüm
Biz kimseye kin tutmazuz kamu âlem birdür bize"

"Hâss u âmm mutî âsî dost kıludur cümlesi
Kime eydibilesin gel evünden taşra çık".

Yunus Emre'ye göre, hoşgörü gerçek kullukla elde edilmesine rağmen, bir kere elde edildikten sonra, ibadete eşittir; hatta daha üstündür. Cennet ve diğer uhrevî güzellikler, ibadetlerden ziyade, hoşgörüyle kazanılır:
"Uçmak (cennet) uçmak didüğün kulları yiltedüğün
Uçmağın sermâyesi bir gönül utmak gerek"

"Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namaz değül
Yitmişiki millet dahı elin yüzün yumaz değül"

Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, ibadet yapmanın ve kulluğun esas gayesi hoşgörüydü. İşte bu yüzden, Yunus Emre, hoşgörülü olmayan kimseye, kul ve ibadetine de ibadet demiyor:
"Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Şer'ün evliyâsıysa hakikatde âsıdur"

Dinî Tolerans:

İlâhî aşkın oluşturduğu gerçek dindarlık ve hoşgörü, insanı, neticede, toleransa götürür. Tolerans, Yunus Emre'nin insaniyetçiliğini oluşturan en önemli bir fikir ve onun kazanılmasını sağlayan en sağlam yoludur.
Tolerans, Yunus Emre'ye göre, insanları dinî inançlarından ve siyasî kanaatlerinden dolayı ayrı ve farklı görmemektedir. Herkesi diniyle ve fikriyle hoş görmektedir. Günümüzün moda haline gelen tabiriyle demokratik bir zihniyete sahip olmaktır. Yunus Emre toleransı sadece bir dinin farklı mezhep ve grupları için düşünmez, farklı dinler için de düşünür. Dolayısıyla o evrensel bir toleranstan bahsetmektedir.
Tolerans olmaz ise, insanlar arasında ne sevgi, ne barış olur. Madem ki, dinler ve peygamberler, insanları Tanrı yolunda ayırmaya değil, birleştirmeye ve dostluğa davet için gönderildiler, o halde niçin toleranssızlık yüzünden birbirlerine düşman olsunlar? Yunus Emre bu sorunun cevabını çok önceden vermişti:
"Biz kimse dinine hilâf dimezüz
Din tamâm olıcak toğar muhabbet"
Demek ki, herkes, kendi dinini doğru dürüst anlasa, toleranssızlık olmazdı. Yunus'a göre, tarihin tâ eski zamanlarından beri hatta bugüne dek insanların yaptıkları savaşlara baktığımız zaman onlardan bir kısmı gerçekten din ve mezhep anlayışlarının farklılıkları yüzünden çıkmıştır. Bir kısmı da, din ve mezhep alet edilerek çıkartılmıştır. Fakat, dinlerin, savaş için gelmediğini ve bu nedenle de insanların birbirlerini öldürmelerinin yersiz ve haksız olduğunu, Yunus Emre gibi, çağlar öncesinden bilinçli bir şekilde dile getiren ve hayatında toleransı yaşayan daha başka şahsiyetler de yok gibidir.
Yunus Emre, aşk mezhebinden ve dininden başka bir mezhebin varlığını belirtmemiş; böylece yaşadığı devirin insanlarına örnek olarak, mezhepçilik taassubundan kurtulmalarına çalışmıştır. Şiîsine, Alevisine ve Sünnîsine hep birlikte seslenmiştir. Hepsini aşk, sevgi ve tolerans bağı altında toplamaya çalışmıştır.
"İy âşıklar, iy âşıklar ışk mezheb ü dindür bana
Gördi gözüm dost yüzini yas kamu düğündür bana"
dedikten sonra, inançlarının inancı olduğunu, inandıkları imâmların kendi imâmı olduğunu söylemiştir.
"Ebû-Bekr ü Ömer ol din ulusı
Aliyy-i Murtaza Osmân benümdür"

"Ali'yle urdum kılıç Ömer'ile adl eyledüm
Onsekiz yıl Kafdağında Hamza'yla meydandayıdum"

"Ömer ü Osmân Ali Mustafâ yârenleri
Bu dördinün ulusı Ebû Bekr-i Sıddık'dur"

"Tanrı arslanı Ali sağında Muhammed'ün
Hasen ile Hüseyin'i solunda Muhammed'ün"

Böylece Yunus Emre bütün Müslümanların birbirlerine karşı toleranslı ve anlayışlı olmalarını öğütlemiş oluyor.
Dinler arası toleransa da önem veren Yunus Emre, ayrı din mensuplarının bağnazlıktan kurtulmalarının ve birbirlerine kardeşlik bağıyla yaklaşmalarının gereğini işaret etmiştir.
Tanrı'ya tapınma yeri olma bakımından cami ile kilise veya havra arasında bir fark olmadığını şöyle dile getirir Yunus:
"Mescid kilise olduğı bang cemâat kılınduğı
Halâyık saf saf turduğı ışk şükrânesidür yire"

Diğer taraftan Yunus Emre, Kur'an-ı Kerim ile diğer üç kitaba da değer vermiştir; din saliklerinin birbirlerinin kutsal kitaplarına iyi gözle bakmalarını ve okumalarını öğütlemiştir. Bu, bütün halkların birliği ve düzenliği, barışı için gereklidir:
"Dört kitabı okumadın ayırup seçmek olmadın
Ben okıdum Sabakumı Kur'an'da hanendeyidüm"

"Halk içinde dirlik düzen dört kitabı toğru yazan
Ağ üstine kara dizen ol yazılan Kur'ân benem"

Yunus Emre'ye göre zaten dinlerin ve kitaplarının bazılarını bazılarıyla yermek veya horlamak anlamsız; çünkü hepsi bir kaynaktan gelmedir:
"Bir çeşmeden sızan su acı datlı olmaya
Edebdür bize yirmek bir lüleden sızaram"

Yunus Emre bunlarla da kalmıyor, Müslüman-Müslüman olmayan demeden herkesin affı ve herkesin cennete girmesi için dua da ediyor:
"Hak Çalabum hek Çalabum sencileyin yok Çalabum
Günahlarumuz yarlığa iy rahmeti çok Çalabum

Kullar senün sen kullarun günahları çok bunlarun
Uçmağına koy bunları binsünler burak Çalabum"

Böylece daha günümüzden yaklaşık 750 yıl önce, Yunus Emre günümüzdeki dinler arası diyalog ve tolerans çağrısını başlatmış oluyor.
Yine Yunus Emre'nin kendi sözlerine bakılırsa, bu evrensel kardeşlik ve diyalog çağrısı yapmasının kolay olmadığı anlaşılıyor; çünkü bunun için kendisini kınayanlar ve yerenler olmuşa benziyor:
"Yitmişiki millete suçum budur hak didüm
Korku hiyânetedür ya ben niçün kızaram"

Fakat Yunus Emre, asıl ihanette olanların din ve mezhep ayrılıklarını kışkırtanlar olduğunu belirterek kendisini suçlayanlara darılıp, kızmayacağını da ifade ediyor. Böylece hoşgörülü ve toleranslı davranmakla büyüklüğünü göstermiştir. Çünkü, kendisinin de dediği gibi, Yunus'a kınamak ve yermek yakışmazdı da zaten.
Kaldı ki Yunus Emre'ye göre, aşk kitabını okumuş olanın, dört din kitabından öğreneceği başka bir şey de yoktur.
"Çün ışkın kitâbını okıdum tahsîl itdüm
Ne hâcet kim karayı ağ üstüne yazaram

Dört kitâbun ma'nisi bellüdür bir elifde
Bi didürmegıl bana ben yoldan azaram"

Sonuç olarak, İslâm dininde kişisel ve toplumsal tüm ilişkilerde temel barış ve evrensel ahlâk kuralları, insaf, adâlet, eşitlik, esenlik, sevgi, hoşgörüdür. Savaş savunmadır. Kişi ve kişileri yaşam güvencesine kavuşturmaktır. Kur'an şöyle açıklar: "eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de onlara yanaş" (Enfâl, 61) ve "Eğer onlar, sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde yaşamak isterlerse, Allah size, onlara saldırmak için yol vermemiştir" (Nisa, 90). Mümtahine Sûresi 8. ayetinde de, başka dinden olan insanlara karşı merhametli, hoşgörülü, iyiliksever ve adâletli olunmasını öğütler ve şöyle buyurur; "Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan ayırmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz. Doğrusu Allah akıllı olanları sever".
Can güvenliğine, inanç özgürlüğüne her müslümanın saygı göstermesi inancı gereğidir. Kur'an-ı Kerim şöyle diyor: "Ve eğer müşriklerden (puta tapanlardan) biri, sana sığınmak isterse, ona güven ver ki, Allah'ın kelâmını işitsin, sonra da onu güven bulacağı yere kadar ulaştır". (Tövbe, 6)
İslâm, bir yandan, öteki din, inanç sahiplerine, inanç, ibadet ve vicdan özgürlüğü tanıyıp can ve mal güvenliklerini üstlenirken, onunla birlikte yaşamayı da güzel, iyi âdil ilişkilere bağlamıştır. İslâm onlara tanıtılırken zorlanmayacaklar, onlarla konuşmalarda iyi ve güzel yol izleyeceklerdir. "Rabbimin yoluna, hikmetle güzel öğütle çağır, onlarla en güzel öğütle çağır, onlarla en güzel biçimde tartış" (Nahl, 125). Müslüman başka inançtan kişilere karşı saygılıdır ve onları tanıdıklarını belirtir. Kur'an şöyle buyuruyor; "Kitab ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel biçimde tartışın. Şöyle deyin "Bize indirilene de size indirilene de inandık, bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir, biz ona teslim olmuşuzdur". (Ankebut, 46)
Toplumda, bir müslüman, isterse düşman kişiyle olsun, barış, sevgi ve esenliği, düşmanlık ve kine öncelikli kılmalıdır. Çünkü, yaşamdan amaç odur. Şöyle buyurulur: "Allah'ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur. Allah bağışlayandır, acıyandır" (Mümtahine, 7). Yaşamda mutluluk için göstereceğimiz saygı, hoşgörü; oluşturacağımız iyilik, sevgi, esenlik, barış, temel değerlerdir. Yaşamın direnci, ışığı güzelliğidir. Bunlar, yapıcı, yaratıcıdır, asıldır. Düşmanlık, kin, savaş yakıcı, acı verici; arızîdir. İnsana mutlu ve sağlıklı yaşamı öğütleyen dinler; özellikle İslâm, "bunun gerçekleşmesi için umudunu kesintisiz sevgi, dostluğa bağlanmış ve onu gerçekleştirmede inanan insana sorumluluklar yüklemiştir.
Artık, dünya, insanları, bunca tarih deneyiminden sonra, barış ve esenliği, güvenliği nerede olursa olsun, hak ve hukukuna sahip olmasını, özgür yaşamasını, sayılmasını ve sevilmesini, değerinin bilinmesini, demokrasiyi gerçekleştirmesini istiyor.
İnsanlığın özlemi bu, yeni umudu gerçekleştirmesinin temeli hoşgörü, insan düşüncesine tahammül, sevgi ve saygıya dayanır. Bu olmazsa ne özgürlük, ne insan hakları sürebilir ne de demokrasi yaşayabilir.
Etnik, dinsel, bölgesel çatışmalara sürüklenen dünyamızda İslâm'ın din olarak önerdiği ilkelerin eğitimini yapmak, müslüman halkı Kur'an'ın ahlâkına yaklaştırmak; tarihimizdeki hoşgörü örneklerini tanıtmak; ülkemizi, sevgi, dostluğu, hoşgörüsü ile gönüllerinde taht kuran velî, himmetli insanları kişileri tanımak; Yunus Emre, Mevlânâ,Hacı Bayram, Hacı Bektaş'ın hoşgörü ve sevgisini anlatmak; yalnız yazarak, söyleyerek değil; o ülkemizin önce din bilginleri, eğitimcileri, sanatkârları, şairleri, edipleri, halk liderleri ve öncelikle siyasal kişileri, davranışları ile örnekler sergilemelidirler. Hoşgörüsüzlük, birbirimize sevgisizlik, saygısızlık, kötülük, düşmanlık ve kinlere karşı savaşımızda, el ele, gönül gönüle olmamız gereklidir. Hoşgörünün, sevginin düşmanı temelde bilgisizliktir, cehalettir. Körü körüne, düşünmeden, kendi inancına, bilgisine bağlanmak, başkasının varlığını tanımamak, karşıtına tahammül etmemek, bağnazlık ve taassuptur

              

  Bu sayfa 06.11.2007 20:15:45 Tarihinde Güncelleştirilmiştir