|
Dinlerarası
Hoşgörü
Prof.Dr. Hayrani Altıntaş
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Sevgi, barış, alçak gönüllülük, adâlet ve
erdem, hoşgörüyü doğururlar.
Kültürümüz bu hususları tavsiye etmiş, hatta inananların
bunları taşımalarını emretmiştir.
Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de bulunan hoşgörü ile
alâkalı pek çok ayetten birkaçını zikredelim:
- Dinde zorlama yoktur (Bakara, 256),
- Sen inanmaları için insanları zorlamak mı istiyorsun?
(Yunus, 99),
- ... arınmak istemesinden sana ne (Abese, 7),
- Sen ancak bir hatırlatıcısın. Onlar üzerine baskı yapıcı
değilsin. (Gaşiye, 21-22),
- Eğer isteseydik her kişiyi hidayete kavuştururduk. (Secde,
13).
Nihayet, Sevgili Peygamberimizin, eşitlik, adâlet ve
hürriyeti ifade eden ve hoşgörünün genel bir ilkesi olan
meşhur sözü şöyledir:
"Arabın, Arap olmayana üstünlüğü yoktur". Bu söz, hiç bir
istisna bırakmaksızın bütün insanlara eşit muameleyi ve
hoşgörülü davranmayı kapsıyor.
Buraya kadar haklarında bilgi verilen tarikatlar, İslâm
âleminde hoşgörünün âdeta timsali olmuşlardır.
Her ne kadar bütün müslümanlar hoşgörülü olmaya mecburlarsa
da, bunun uygulanması her zaman kolay olmamıştır. Ama
tasavvufî düşünce, dolayısıyla tarikatlar, bunu
gerçekleştiren kurumlar olmuşlardır.
Hoşgörüsüzlüğün kaynağında, insan beni vardır. Bencillik,
herşeyi kendinden yana istediğinden hoşgörüyü tanımaz.
Bencilliği meydana getiren unsurlar, peşin fikirler,
kişiliğe ait düşünceler, taassubun her çeşidi, dikkafalılık,
inatçılık, bilgiçlik, kibir, hased ve kıskançlıktır.
Bütün bu hisler, hoşgörülü olmayı engellerler. Ama tasavvuf,
bencilliğin yok edilmesini, bencilliği ortaya çıkaran nefsin
hakimiyet altına alınmasını ister ve gerekli kılar. İşte, bu
yüzden, mutasavvıflar, hoşgörüye daha çok sahip olan
kimselerdir.
Şimdi, İslâm Düşüncesinde mevcut olan hoşgörü ile ilgili
birkaç ayeti Sevgili Peygamberimiz'in güzel sözlerinden
bazılarını zikredelim:
"Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Ama
ihtilaf edip durmaktadırlar" (Hud 11/118).
"Şayet Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi
mutlaka inanırdı. Böyle iken sen mi insanları inanmaları
için zorlayacaksın" (Yunus 10/99).
Hz.Peygamber: "Allah Tealâ, insanlara dünyada eziyet
edenlere kıyamette azap eder".
Ehl-i Kitab'ın hakkına riayet hususunda, Ebû Dâvud, İmâre,
33'de şu kaydedilir:
"Müslümanlar Hayber'i fethedince bazı askerler izinsiz
Yahudiler'in evlerine girmişti. Hz.Peygamber kızdı ve Allah
Tealâ, izinsiz ehli kitabın evlerine girmeyi, yiyeceklerini
yemeyi, kadınlarını dövmeyi yasaklamıştır" dedi.
Gene Hz.Peygamber,
"Kim bir zımmîye eziyet ederse, ben onun düşmanıyım"
demiştir.
Müslümanların önde gelen hukukçularından İmâm Ebû Yusuf,
zımmî haklarına riayeti ve yumuşak davranmayı savunur.
Zulüm, zorluk çıkarılmamasını öğütler.
Çünkü Hz.Peygamber,
"Kim bir gayri müslim'i öldürürse, cennetin kokusunu alamaz.
Halbuki cennetin kokusu altmış yıllık mesafeden duyulur"
demiştir.
Büyük bilgin İbn Hazm da: "Himayedeki zımmet ehlini (gayri
müslimleri) korumak ve haklarını vermek bir görevdir"
demiştir.
Anadolu'da, dinin emirleri gereği, hükümdarlar, padişahlar,
mutasavvıflar, hukukçular, topyekün müslümanlar, yahudi ve
hıristiyan bütün dinlerin inananlarına hoşgörü ile
davranıyorlardı. Dârü'l-Aceze en güzel örnektir: Cami,
kilise, havra yanyanadır.
Anadolu'daki şehirlerin hiç biri, hiçbir şekilde bir site'ye
benzemiyordu. Bunlar içinde muhtelif etnik unsurlara
muhtelif dinlere, çeşitli sosyal tabakalara, çeşitli
mesleklere mensup insanların müştereken yaşadığı (Bağdad,
Halep gibi) -Konya, Kayseri, Sivas- şehirler idi. Buralarda,
Rum, Ermeni, Yahudi ve Türk birarada idi.
Muhtelif dinlere mensup olanlar, ayrı mahallelerde
oturuyorlardı, ama, şehir hayatı kültür bakımından onları
birbirlerine çok yaklaştırıyordu, böylece aralarındaki fark
azalıyordu.
Köprülü'nün kaydettiği gibi, Selçuklular ve Danişmendliler,
hıristiyan ve müslüman kitlelere karşı geniş bir hoşgörü ile
davranıyorlardı.
Öyle ki;
- Türkler, vakıflarından hıristiyanların da yararlanmasını
şart koşmuşlar.
- Selçuklu hükümdarı II. İzzettin Kılıçaslan (455-1192)
Malatya'da Süryanî patriğini ziyaret etmede bir beis
görmemiştir.
- II. Gıyasettin Keyhusrev, hıristiyan eşi rahat ibadet
etsin diye papaz getirtmiştir.
- Orhan Gazi, Rum tekfurunun kızıyla evlenmekte bir mahzur
görmemiş, ikinci defa Kantakuzen'in kızı Theodora din
değiştirmeyi reddetmiş, buna bağlı olarak Bizans
İmparatorluk töreni prokypsis ihtişamla gerçekleştirilmiş.
- I. Murad zamanında, İstanbul Patriği, Papa VI. Urben'e
mektup yazarak Türk yönetiminden memnun olduğunu
söylemiştir.
- Fatih, İstanbul'daki Rum, Ermeni, yahudiler için Emanname
çıkarmış, Galata zımmîlerine meşhur Ahidnâme'yi vermiştir.
Ayrıca,
- Fatih, Heybeliada'daki Ruhban Okulu'nu ziyaret etmiş,
onlara yardım etmiştir.
- II. Beyazıt, İspanya'dan kovulan Yahudileri kabul etmiş,
Türkiye'de iskân edilmelerini emretmiştir.
- Osmanlı Hükümdarı Yavuz, 1516'da Kudüs'ü alınca, Ermeni
Patriği III. Serkis'i hoşgörü ile karşılamış, fermanla dinî
özgürlük tanımıştır.
- Gayri müslimlerin 16. yüzyıla kadar Osmanlı yönetici
sınıfına din değiştirmeden katıldıkları biliniyor.
- I. Beyazıd'ın oğulları arasında Mehmed ve Mustafa'nın
yanısıra Süleyman, Musa ve İsa vardı.
- "Sultanların Himayesi Altında Hıristiyanlık ve
İslâmiyet"in yazarı F. W. Hasluck, dinî senkretizmi
iftiharla anlatır.
Mevlânâ, dinlerin aynı hedefe yöneldiklerini söyler. Ona
göre, bütün peygamberler doğrudur. Mesnevî'sindeki Yahudi
padişahın hıristiyanlara karşı taassubunu dile getiren
hikayesi hoşgörüsüzlüğü anlatır.
Anadolu'da muhtelif dinlere mensup olanlar, ayrı
mahallelerde oturuyorlardı. Mamafih şehir hayatı, İslâmlarla
gayri müslim unsurları kültür bakımından birbirine çok
yaklaştırıyor, aradaki farkları azaltıyordu: Mevlânâ öldüğü
zaman Konya'nın yalnız İslâmlar'ı değil, Hıristiyanları,
Yahudileri de cenaze merasimine iştirak etmişlerdi. Kökleri
hıristiyanlıktan evvelki devirlere çıkan birçok mahallî
âdetler, mahallî kültler, o mahal halkı arasında, Müslüman
veya Hıristiyan olsunlar, yaşıyordu. Anadolu'nun Türklerle
beraber yaşayan Rum ve Ermeni ahalisi Türkçe'yi
öğrenmişlerdi; Türkler arasında da bu iki dili, bilhassa
Rumca'yı bilenler az değildi. Türklerin Rum ve Ermeni
kadınlarıyla izdivacı da bu hususta müessir oluyordu.
Hulâsa, Selçuk şehirlerindeki halk, maddî kültür bakımından
hemen hiç bir ayrılık göstermedikleri gibi, Müslüman ve
Hıristiyanlar arasında dinî sebeplerden doğmuş husumet ve
mücadeleler de mevcud değildi. Gerek Selçuk İmparatorları,
gerek İlhânî idaresi, herhangi bir dinî taassub hislerinden
tamamen âzade idiler; Anadolu'daki Selçuk idare sistemi aslâ
teokratik bir mahiyette olmamış, İslâm hukuk prensiplerinin
bunu istilzam etmesine rağmen, devlet-nazarî değil fakat
fi'lî olarak- kendi menfaatini ve idaresini her şeyin
fevkinde tutmuştur.
Osmanlı döneminde de aynı hoşgörü vardır. Meselâ "İlbire
bölgesinde, fethin üzerinden bir-bir buçuk asırlık bir süre
geçtikten sonra bile, henüz tamamlanmamış bir camiye
karşılık dört büyük kilise faaliyette bulunuyordu. Hatta
sözünü ettiğimiz fetih esnasında Yahudiler oldukça güç
durumda idiler. Dinlerine müsaade edilmiyor, hatta
müntesipleri sürgün ediliyordu. Fakat, İslâm, bunlara da
aynı hürriyeti vermekte tereddüt etmemiştir". Sadece
Endülüs'te değil, İslâm'ın hâkim olduğu dünyanın bir
köşesinde bile gayri müslimlere, sadece dinleri sebebiyle
zulüm veya baskı yapılmamış, mâbedlerine de asırlarca
dokunulmamıştır. Bugün bile, gerek dünyada, gerekse
Türkiye'de ibretâmiz, İslâm'ın dinî hoşgörüsünün timsali,
duygulandıran manzaralarla sık sık karşılaşmak mümkündür.
İşte Ankara'da Hacı Bayram-ı Velî Camii ve yanındaki Roma
mâbedi, işte İstanbul Kuzguncuk'taki yan yana asırlarca
yaşayan cami, kilise ve sinagog. Hemen denizin kıyısında,
iskele karşısında yeralan Surp Kirkor Lusavaric Ermeni
Kilisesi, kesme taştan yapılmış büyük bir bina. Bitişiğinde
minaresi ve kubbesiyle Kuzguncuk Câmii, bunlara oldukça
yakın İcadiye Caddesi'ndeki Büyük Havra beraberce yaşıyor
İslâm toprağında...
Din hürriyeti Anadolu'da sadece mâbedlerde değildi, tabii,
sosyal hatta hukukî alanlarda gayri müslimlerin hayat, can,
mal, ırz, namus vb. hakları, Müslümanlarınki kadardı. Meselâ
Fatih Sultan Mehmed'in Galata zımmîlerine verdiği "Ahidname"
bugün arşivlerdedir: Ahidname'nin şartları -girişini
yazmıyoruz- şunlardır:
1. "Kabul eyledim ki, kendülerün ayinleri ve erkânları ne
vechile cârî olagelirse, yine ol üslûp üzere âdetlerin ve
erkânların yerine getüreler. Ben de üzerlerine varup
kalalarını yakup harap etmeyem.
2. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri
ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve
sandalları ve bilcümle metâ'ları ve avretleri ve oğlanları
ve kulları ve cariyeleri kendülerin ellerinde mukarrar ola,
müteârız olmayam ve üşendirmeyem.
3. Anlar dahi reçberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi
deryadan ve kurudan sefer edeler, kimesne mânî ve müzâhim
olmaya, muaf ve müsellem olalar.
4. Ben dahi üzerlerine haraç ve vaz'edem, sâl be-sâl eda
edeler gayrılar gibi. Ben dahi bunların üzerlerine nazar-ı
şerifin diriğ buyurmayıp koruyam, gayrı memleketlerim gibi.
5. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ
çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alup mescit etmeyem.
Bunlar dahi yeni kiliseler yapmayalar.
6. Ve Ceneviz bezirgânları deryadan ve kurudan, rençberlik
edüp geleler ve gideler. Gümrüklerin âdet üzerine vereler.
Onlara kimesne te'addî etmeye.
7. Ve buyurdum ki yeniçeriye oğlan almayam ve bir kâfiri
rızası olmadan Müslüman etmeyeler ve kendüleri aralarında
kimi ihtiyar ederlerse maslahatları içün kethüda nasbedeler.
8. Ve buyurdum ki, evlerine doğancı ve kul komaya ve kalalı
mezkure halkı ve bâzirgânları angaryadan muaf ve müsellem
olalar. Şöyle bileler, Alâmet-i Şerif'e i'timad kılalar.
(857/1453).
Bu şartlarda uzun seneler Müslüman Türk hâkimiyetinde
yaşayan azınlıklar, devleti zafiyet ve güçsüzlük
zamanlarında tekrar nankörlük yapmaya başladılar. Meşrutiyet
ve Tanzimatla azar azar kopardıkları büyük tavizler ve
neticesinde yıkılan üç kıtaya hâkim imparatorluk. Ama ne
olursa olsun devlet ol
Osmanlılar tarafından patriklere verilen imtiyazlar,
Müslüman-Türklerin vicdan hürriyetine gösterdiği saygının en
belirgin delilidir.
Fatih Sultan Mehmed, Sırbistan hudutlarına dayandığı zaman,
Sırplar, ya da Türkleri ve Macarları tercih etmek zorunda
kaldılar. Sırplar ortodoks, Macarlar katolikti. O yüzden bu
iki millet birbirini hiç sevmiyordu.
Sırp kralı Jorj Brankoviç, Macar kralı Jan Hünyad'a bir
heyet göndererek: "Siz Türklere galip gelirseniz, mezhebimiz
olan ortadoksluk hakkında ne gibi imtiyazlar vereceksiniz?"
diye sordu. Jan Hünyad cevabında: "Sırbistan'ın her
tarafında katolik kiliseleri yaptıracağını" söyledi. Bu defa
Sırp kralı aynı soruyu sormak üzere Fatih'e de bir heyet
gönderdi. Fatih, mezheplerinin gereğini serbestçe ifâ
edebileceklerini, dinî mevzuda tamamen hür ve serbest
olduklarını bildirdi. Aldıkları bu cevap üzerine Sırplılar,
Türklerin hâkimiyetini kabul ettiler.
Fatih'in Sırplılara verdiği sözün çeşitli tezâhürlerini
bugün bile görmekteyiz. Meselâ İstanbul'da Abdi Subaşı
mahallesindeki câmiin bitişiğindeki Rum Patrikhânesi ve
kilisesi mevcuttur. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Câmiin
hemen karşısında bir Rum kilisesi bulunmaktadır. Bunlar
Osmanlı Devleti'nin din hürriyetine verdiği değerin en güzel
maddî delilleridir.
İslâm'ın Türk ruhuna kazandırdığı üstün müsâmaha anlayışı,
tarihe böyle nice insanlık numûneleri kayd ettirmiştir.
Hadiseleri düşünürken onların meydana gelmesine sebep olan
kahramanların kahr edici gücünü ve nüfuzunu da birlikte
mütâlaa etmek gerekir: zira "Dinlerden hangi din,
milletlerden hangi millet vardır ki, kendileri galip ve
fatih oldukları halde yabancılara, müslümanların
Hıristiyanlara, Yahudilere yaptıkları muâmelede
bulunmuşlardır? Müslümanlar öyle bir vakitte idiler ki, eğer
İslâm'ı şiddet kılıcıyla bütün dünyaya yaymak isteselerdi,
onlara muhalefet edecek ve karşılarında duracak kimse
yoktu".
Müslüman Türklerin kudret ve adâletini Avrupa'nın çok iyi
tanıdığı bir çağda yaşayan ve siyasî fikirleri sebebiyle
zindana atılan İtalyan filozofu Campanella (ö. 1631), Türk
milletinin, fikir ve vicdan hürriyetine gösterdiği saygıyı
şöyle anlatır:
"İçinde yaşadığım şafaksız gecenin bir sabaha ermesini
istemiyorum. Böyle bir sabahın sonu gene gecedir. Çünkü
zindanın dışında istibdat var ve istibdat, hür fikirlere
ancak gece vâdeder. Ben, bir "Güneş ülke"nin hasretini
çekiyorum. Bu ülkede gece olmasın ve insanlar, karanlık
mefhumunu orada tanımasın!"
Türklerin hoşgörüsünü, dinî ve tasavvufî açıdan dile getiren
Yunus Emre, bu konudaki en güzel örnektir. Ona göre,
İnsaniyetçiliği kazanmanın en önemli yolu, hoşgörüdür. Yunus
Emre için hoşgörü, bir insanın, Tanrı'nın ve insanların
istemediği olumsuz sosyal ve ahlâkî duygu ve davranışlardan
kaçınması ve başkasını da, eğer bu tür duygu ve davranış
içinde bulursa, affetmesini bilmesidir.
Dostu düşmanı bir tutmak, âdil davranmak, kin beslememek,
kişiler arasında sınıf farkı gözetmemek, bağışlamak, gönül
almak gibi bütün güzel ahlâkî duygu ve davranışlar
hoşgörünün eseridir:
"Kimseyi düşman tutmazuz agyâr dahı yârdur bize
Kanda ıssızlık varısa mahalle vü şârdur bize
Adumuz miskindir bizüm düşmanımuz kindür bizüm
Biz kimseye kin tutmazuz kamu âlem birdür bize"
"Hâss u âmm mutî âsî dost kıludur cümlesi
Kime eydibilesin gel evünden taşra çık".
Yunus Emre'ye göre, hoşgörü gerçek kullukla elde edilmesine
rağmen, bir kere elde edildikten sonra, ibadete eşittir;
hatta daha üstündür. Cennet ve diğer uhrevî güzellikler,
ibadetlerden ziyade, hoşgörüyle kazanılır:
"Uçmak (cennet) uçmak didüğün kulları yiltedüğün
Uçmağın sermâyesi bir gönül utmak gerek"
"Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namaz değül
Yitmişiki millet dahı elin yüzün yumaz değül"
Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, ibadet yapmanın ve
kulluğun esas gayesi hoşgörüydü. İşte bu yüzden, Yunus Emre,
hoşgörülü olmayan kimseye, kul ve ibadetine de ibadet
demiyor:
"Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
Şer'ün evliyâsıysa hakikatde âsıdur"
Dinî Tolerans:
İlâhî aşkın oluşturduğu gerçek dindarlık ve hoşgörü, insanı,
neticede, toleransa götürür. Tolerans, Yunus Emre'nin
insaniyetçiliğini oluşturan en önemli bir fikir ve onun
kazanılmasını sağlayan en sağlam yoludur.
Tolerans, Yunus Emre'ye göre, insanları dinî inançlarından
ve siyasî kanaatlerinden dolayı ayrı ve farklı
görmemektedir. Herkesi diniyle ve fikriyle hoş görmektedir.
Günümüzün moda haline gelen tabiriyle demokratik bir
zihniyete sahip olmaktır. Yunus Emre toleransı sadece bir
dinin farklı mezhep ve grupları için düşünmez, farklı dinler
için de düşünür. Dolayısıyla o evrensel bir toleranstan
bahsetmektedir.
Tolerans olmaz ise, insanlar arasında ne sevgi, ne barış
olur. Madem ki, dinler ve peygamberler, insanları Tanrı
yolunda ayırmaya değil, birleştirmeye ve dostluğa davet için
gönderildiler, o halde niçin toleranssızlık yüzünden
birbirlerine düşman olsunlar? Yunus Emre bu sorunun cevabını
çok önceden vermişti:
"Biz kimse dinine hilâf dimezüz
Din tamâm olıcak toğar muhabbet"
Demek ki, herkes, kendi dinini doğru dürüst anlasa,
toleranssızlık olmazdı. Yunus'a göre, tarihin tâ eski
zamanlarından beri hatta bugüne dek insanların yaptıkları
savaşlara baktığımız zaman onlardan bir kısmı gerçekten din
ve mezhep anlayışlarının farklılıkları yüzünden çıkmıştır.
Bir kısmı da, din ve mezhep alet edilerek çıkartılmıştır.
Fakat, dinlerin, savaş için gelmediğini ve bu nedenle de
insanların birbirlerini öldürmelerinin yersiz ve haksız
olduğunu, Yunus Emre gibi, çağlar öncesinden bilinçli bir
şekilde dile getiren ve hayatında toleransı yaşayan daha
başka şahsiyetler de yok gibidir.
Yunus Emre, aşk mezhebinden ve dininden başka bir mezhebin
varlığını belirtmemiş; böylece yaşadığı devirin insanlarına
örnek olarak, mezhepçilik taassubundan kurtulmalarına
çalışmıştır. Şiîsine, Alevisine ve Sünnîsine hep birlikte
seslenmiştir. Hepsini aşk, sevgi ve tolerans bağı altında
toplamaya çalışmıştır.
"İy âşıklar, iy âşıklar ışk mezheb ü dindür bana
Gördi gözüm dost yüzini yas kamu düğündür bana"
dedikten sonra, inançlarının inancı olduğunu, inandıkları
imâmların kendi imâmı olduğunu söylemiştir.
"Ebû-Bekr ü Ömer ol din ulusı
Aliyy-i Murtaza Osmân benümdür"
"Ali'yle urdum kılıç Ömer'ile adl eyledüm
Onsekiz yıl Kafdağında Hamza'yla meydandayıdum"
"Ömer ü Osmân Ali Mustafâ yârenleri
Bu dördinün ulusı Ebû Bekr-i Sıddık'dur"
"Tanrı arslanı Ali sağında Muhammed'ün
Hasen ile Hüseyin'i solunda Muhammed'ün"
Böylece Yunus Emre bütün Müslümanların birbirlerine karşı
toleranslı ve anlayışlı olmalarını öğütlemiş oluyor.
Dinler arası toleransa da önem veren Yunus Emre, ayrı din
mensuplarının bağnazlıktan kurtulmalarının ve birbirlerine
kardeşlik bağıyla yaklaşmalarının gereğini işaret etmiştir.
Tanrı'ya tapınma yeri olma bakımından cami ile kilise veya
havra arasında bir fark olmadığını şöyle dile getirir Yunus:
"Mescid kilise olduğı bang cemâat kılınduğı
Halâyık saf saf turduğı ışk şükrânesidür yire"
Diğer taraftan Yunus Emre, Kur'an-ı Kerim ile diğer üç
kitaba da değer vermiştir; din saliklerinin birbirlerinin
kutsal kitaplarına iyi gözle bakmalarını ve okumalarını
öğütlemiştir. Bu, bütün halkların birliği ve düzenliği,
barışı için gereklidir:
"Dört kitabı okumadın ayırup seçmek olmadın
Ben okıdum Sabakumı Kur'an'da hanendeyidüm"
"Halk içinde dirlik düzen dört kitabı toğru yazan
Ağ üstine kara dizen ol yazılan Kur'ân benem"
Yunus Emre'ye göre zaten dinlerin ve kitaplarının bazılarını
bazılarıyla yermek veya horlamak anlamsız; çünkü hepsi bir
kaynaktan gelmedir:
"Bir çeşmeden sızan su acı datlı olmaya
Edebdür bize yirmek bir lüleden sızaram"
Yunus Emre bunlarla da kalmıyor, Müslüman-Müslüman olmayan
demeden herkesin affı ve herkesin cennete girmesi için dua
da ediyor:
"Hak Çalabum hek Çalabum sencileyin yok Çalabum
Günahlarumuz yarlığa iy rahmeti çok Çalabum
Kullar senün sen kullarun günahları çok bunlarun
Uçmağına koy bunları binsünler burak Çalabum"
Böylece daha günümüzden yaklaşık 750 yıl önce, Yunus Emre
günümüzdeki dinler arası diyalog ve tolerans çağrısını
başlatmış oluyor.
Yine Yunus Emre'nin kendi sözlerine bakılırsa, bu evrensel
kardeşlik ve diyalog çağrısı yapmasının kolay olmadığı
anlaşılıyor; çünkü bunun için kendisini kınayanlar ve
yerenler olmuşa benziyor:
"Yitmişiki millete suçum budur hak didüm
Korku hiyânetedür ya ben niçün kızaram"
Fakat Yunus Emre, asıl ihanette olanların din ve mezhep
ayrılıklarını kışkırtanlar olduğunu belirterek kendisini
suçlayanlara darılıp, kızmayacağını da ifade ediyor. Böylece
hoşgörülü ve toleranslı davranmakla büyüklüğünü
göstermiştir. Çünkü, kendisinin de dediği gibi, Yunus'a
kınamak ve yermek yakışmazdı da zaten.
Kaldı ki Yunus Emre'ye göre, aşk kitabını okumuş olanın,
dört din kitabından öğreneceği başka bir şey de yoktur.
"Çün ışkın kitâbını okıdum tahsîl itdüm
Ne hâcet kim karayı ağ üstüne yazaram
Dört kitâbun ma'nisi bellüdür bir elifde
Bi didürmegıl bana ben yoldan azaram"
Sonuç olarak, İslâm dininde kişisel ve toplumsal tüm
ilişkilerde temel barış ve evrensel ahlâk kuralları, insaf,
adâlet, eşitlik, esenlik, sevgi, hoşgörüdür. Savaş
savunmadır. Kişi ve kişileri yaşam güvencesine
kavuşturmaktır. Kur'an şöyle açıklar: "eğer onlar barışa
yanaşırlarsa sen de onlara yanaş" (Enfâl, 61) ve "Eğer
onlar, sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle
barış içinde yaşamak isterlerse, Allah size, onlara
saldırmak için yol vermemiştir" (Nisa, 90). Mümtahine Sûresi
8. ayetinde de, başka dinden olan insanlara karşı
merhametli, hoşgörülü, iyiliksever ve adâletli olunmasını
öğütler ve şöyle buyurur; "Allah, din uğrunda sizinle
savaşmayan, sizi yurdunuzdan ayırmayan kimselere iyilik
yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz.
Doğrusu Allah akıllı olanları sever".
Can güvenliğine, inanç özgürlüğüne her müslümanın saygı
göstermesi inancı gereğidir. Kur'an-ı Kerim şöyle diyor: "Ve
eğer müşriklerden (puta tapanlardan) biri, sana sığınmak
isterse, ona güven ver ki, Allah'ın kelâmını işitsin, sonra
da onu güven bulacağı yere kadar ulaştır". (Tövbe, 6)
İslâm, bir yandan, öteki din, inanç sahiplerine, inanç,
ibadet ve vicdan özgürlüğü tanıyıp can ve mal güvenliklerini
üstlenirken, onunla birlikte yaşamayı da güzel, iyi âdil
ilişkilere bağlamıştır. İslâm onlara tanıtılırken
zorlanmayacaklar, onlarla konuşmalarda iyi ve güzel yol
izleyeceklerdir. "Rabbimin yoluna, hikmetle güzel öğütle
çağır, onlarla en güzel öğütle çağır, onlarla en güzel
biçimde tartış" (Nahl, 125). Müslüman başka inançtan
kişilere karşı saygılıdır ve onları tanıdıklarını belirtir.
Kur'an şöyle buyuruyor; "Kitab ehlinden zulmedenler bir
yana, onlarla en güzel biçimde tartışın. Şöyle deyin "Bize
indirilene de size indirilene de inandık, bizim Tanrımız da
sizin Tanrınız da birdir, biz ona teslim olmuşuzdur". (Ankebut,
46)
Toplumda, bir müslüman, isterse düşman kişiyle olsun, barış,
sevgi ve esenliği, düşmanlık ve kine öncelikli kılmalıdır.
Çünkü, yaşamdan amaç odur. Şöyle buyurulur: "Allah'ın
sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi
yaratması umulur. Allah bağışlayandır, acıyandır" (Mümtahine,
7). Yaşamda mutluluk için göstereceğimiz saygı, hoşgörü;
oluşturacağımız iyilik, sevgi, esenlik, barış, temel
değerlerdir. Yaşamın direnci, ışığı güzelliğidir. Bunlar,
yapıcı, yaratıcıdır, asıldır. Düşmanlık, kin, savaş yakıcı,
acı verici; arızîdir. İnsana mutlu ve sağlıklı yaşamı
öğütleyen dinler; özellikle İslâm, "bunun gerçekleşmesi için
umudunu kesintisiz sevgi, dostluğa bağlanmış ve onu
gerçekleştirmede inanan insana sorumluluklar yüklemiştir.
Artık, dünya, insanları, bunca tarih deneyiminden sonra,
barış ve esenliği, güvenliği nerede olursa olsun, hak ve
hukukuna sahip olmasını, özgür yaşamasını, sayılmasını ve
sevilmesini, değerinin bilinmesini, demokrasiyi
gerçekleştirmesini istiyor.
İnsanlığın özlemi bu, yeni umudu gerçekleştirmesinin temeli
hoşgörü, insan düşüncesine tahammül, sevgi ve saygıya
dayanır. Bu olmazsa ne özgürlük, ne insan hakları sürebilir
ne de demokrasi yaşayabilir.
Etnik, dinsel, bölgesel çatışmalara sürüklenen dünyamızda
İslâm'ın din olarak önerdiği ilkelerin eğitimini yapmak,
müslüman halkı Kur'an'ın ahlâkına yaklaştırmak;
tarihimizdeki hoşgörü örneklerini tanıtmak; ülkemizi, sevgi,
dostluğu, hoşgörüsü ile gönüllerinde taht kuran velî,
himmetli insanları kişileri tanımak; Yunus Emre,
Mevlânâ,Hacı Bayram, Hacı Bektaş'ın hoşgörü ve sevgisini
anlatmak; yalnız yazarak, söyleyerek değil; o ülkemizin önce
din bilginleri, eğitimcileri, sanatkârları, şairleri,
edipleri, halk liderleri ve öncelikle siyasal kişileri,
davranışları ile örnekler sergilemelidirler. Hoşgörüsüzlük,
birbirimize sevgisizlik, saygısızlık, kötülük, düşmanlık ve
kinlere karşı savaşımızda, el ele, gönül gönüle olmamız
gereklidir. Hoşgörünün, sevginin düşmanı temelde
bilgisizliktir, cehalettir. Körü körüne, düşünmeden, kendi
inancına, bilgisine bağlanmak, başkasının varlığını
tanımamak, karşıtına tahammül etmemek, bağnazlık ve
taassuptur
Bu sayfa 06.11.2007 20:15:45 Tarihinde Güncelleştirilmiştir |