Ana Sayfa

Atatürkçülük sayfası

H.Bektaş Veli Sayfası

 

TÜRK'E VE TÜRK KÜLTÜRÜNE SAHİP ÇIKAN LİDER HACI BEKTAŞ VELİ *

 

Doç. Dr. Belkıs TEMREN

 "DTCF Öğretim Üyesi - Sosyal Antropolog"

 

Yaşadığımız ve hızla değişen dünyamızda "kimlik" konusu gündemin önemli maddelerinden biri olmaktadır. Bu kavram, gerek politik hayatta, ya da bilimsel çevrede gerekse, sade vatandaşın günlüğünde sıkça gündeme gelir. Bozkurt Güvenç "En yalın tanımıyla kimlik, kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların 'Kimsiniz, kimlerdensiniz?' sorusuna verdikleri yanıt ya da yanıtlardır" diyor. (Güvenç 1994:3) Sınır antropolojisi üzerinde çalışan antropologlar da bugün "kimsiniz, kimlerdensiniz" sorusuna aynı kişiden alınan, pek çok farklı vurgulama taşıyan yanıt üzerinde çalışarak insanların, toplumların çoğu zaman birden çok kimliğe sahip olduklarını saptıyorlar. Bu konuda çalışan zamanımız antropologlarından biri Piero Vereni, 1913 yıllarına dek Makedonya'da yaşamış insanların ticaret yaparken Yunanlı, evlenirken Arnavut ve dua ederlerken Müslüman kimlik taşıdıklarını nakletmektedir. (Vereni, 1996:77) Araştırmasının sonunda yazar sınırlarda kimlik söz konusu olduğunda hemen şu soruların gündeme gelmesi gerektiğini belirtmektedir: "Kimler? Hangi bağlamda?"

O zaman, hızlı iletişim teknolojisi ve küreselleşme politikaları sonucunda, sınırları kaldırma eğilimleri içindeki modern dünyamız için kimlik nasıl olacaktır? Yine "Kimler? Hangi bağlamda?" sorularına yanıt arayarak aynı kişi ve toplumlar için çeşitli kimlikler vermeyecek miyiz? Elbette vereceğiz. Bunlardan biri de pasaportunu taşıdığımız ülkeyi tanımlayan milli kimliğimiz olacak. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için kısaca "Türk" kimliği.

Türk kimliği nedir? Kimdir Türk? Tabanında bir ırksal köken mi arıyoruz yoksa bir kültür kökeni mi? Bu soruya yanıtımız Atatürk'ün izinden giderek olacaktır. "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözüyle Atatürk'ün, kendisini Türk olarak tanımlayan kişinin ırksal kökeninden çok, yaşam tarzı ideolojileri ve benimsediği kültür açısından Türk hissetmesinin önemini vurguladığına inanıyoruz. Biz de antropolojik yaklaşımla kendisini Türk olarak tanımlayan kişilerin ortak kültür özelliklerine bakarak Türk kültüründen söz ediyoruz. Üzerinde uzun ve detaylı çalışmalar yapılmakta olan böylesi önemli bir kimlik konusunu burada ayrıntılarıyla açıklamak amacında değiliz. Ancak, biz Türk kültüründen veya Türk kimliğinden söz ettiğimizde amacımızın ne olduğunun anlaşılabilmesi amacıyla bu açıklamaya gerek gördük. Kısacası yaklaşımımızda temel aldığımız kimlik, ırksal veya etnik kökenden hareketle değil, kültürel kökenden ve kültürel kabullenmeden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımın bütünleştirici ve yapıcı bir yaklaşım olduğuna inanıyoruz.

Dil, en önemli kültür taşıyıcılarından ve belirleyicilerinden biridir. Sn. Güvenç de "Türkçe konuşan Anadolu halkına, Türkiye (Turchia) adı Haçlı seferleri sırasında Batılılarca verilmişti" şeklinde bir vurgulamada bulunuyor. (Güvenç,1994:23) Bu, bizim bakış açımızda "konuşulan dilin" kültürel kimliği belirleme konusundaki önemini vurgulaması açısından önemlidir. Bugün Türkiye sınırları içinde Türk kültüründen bahsedebilmemiz belirli dönemlerde bu kültüre ve bir kültür taşıyısıcı olan "dil"e önem veren kuvvetli toplumsal liderlerin çıkması ve görüşlerinin kabul görüp paylaşılması ile mümkün olmuştur.

Bunlardan biri ve en önemlisi nispeten yakın zamanda hizmet vermiş olan Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'tür. Kurtuluş savaşı ardından yaptığı devrimlerle milletine ve kültürüne sahip çıkmış, bu coğrafyada yaşayan insanların kendine ve kimliğine yabancılaşıp kaybolmasını, bu kimliğin tarih sayfalarından silinmesini önlemiş, bunun yanısıra, dağınık haldeki kültürel değerleri ve inancı toparlayıp güçlü bir Türkiye'nin temellerini atmıştır.

Tarihte biraz daha gerilere gidersek Osmanlı imparatorluğunun kuruluş dönemlerinde ve ilk filizlenme çağlarında karşımıza yine Türk olmalarına karşın kendi egemenlikleri altındaki topraklarda ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürülmüş olan ve kültürel kimliklerini egemen bir şekilde yaşayamayan, kendilerine yabancılaşma süreciyle karşı karşıya olan Türkleri görürüz. Bu aşamada da onlara ve kültürlerine ve kültürlerinin taşıyıcısı ve güvencesi olan dillerine sahip çıkıp, koruyan bir önder ortaya çıkmıştır. Bu önder, Hacı Bektaş Veli'den başkası değildir.

Hacı Bektaş Veli'nin Türk kimliğindeki yeri

Osmanlı tarihinde, Meşrutiyetten önce "Türküz, Türk milletiyiz" inancının bulunmadığı kanısı yaygındır. Oysa, böyle bir döneme tarihimizde rastlarız. Ancak bu saray tarihi değildir. Halkın, sade vatandaşın ve özellikle Anadolu halkının tarihidir. Bu dönemin öncüğünü ve liderliğini Hacı Bektaş Veli yapmıştır. Saraylılarca oluşturulan tarihin at gözlükleri çıkarıldığı takdirde, halkın ince ince oya gibi işlediği bir ılımlı kültür devrimi niteliği taşıyan Hacı Bektaş Veli önderliğindeki "Türk kimliğinde olmak, bu kimlikle yaşamak" sürecinin yaşanmış olduğunu görürüz. O dönemde revaçta olan yoğun Arap ve Acem etkilerinden soyutlanmış bir kimliktir bu. Müslüman'dır ama Arap veya Acem etiketli bir Müslümanlık değildir onunki, Türk damgasını taşır. Dili Türkçe'dir, geleneği göreneği büyük ölçüde önceki çağlarda "Türk" ve "Türkmen" kimlikleriyle tanımlanmış toplumun kültüründen gelmedir.Ne var ki, yaşadığı yörede, yalnız ve örgütsüz kalmıştır, egemen güçten yoksundur. Böyle bir topluma liderlik eder, bir öğreti aşılar Hacı Bektaş Veli. Yaşadığı topraklarda süregelen kültür sentezlerine ve komşu kültürlere "72 milleti bir görmek" prensibiyle saygı duyan, kendisine ve öğretisine bağlananlara tanımlayıcı özellik bahşeden derin bir "hoşgörü" anlayışı geliştirir. Onların uzlaşmacı, barışçı, hoşgörülü bir kimlik etrafında toplanıp, örgütlenmelerini, kültürlerini zenginleştirmelerini sağlar.

Hacı Bektaş Veli Günümüz Türk Kültürüne Nasıl Hizmet Vermiştir?

Türkiye'de Türk kültürü bugünlere gelebildiyse, korunabildiyse, bunda Hacı Bektaş Veli'nin rolü büyüktür. Yaptığı çalışmalar sonucu bilinçlenen halk, gereksinmesinin farkına varmış, bir tür ılımlı kültürel devrim yaşamıştır. Bunun sonucu yaşam tarzı, gelenek ve görenekleri, idealleri, dünya görüşü, inançları ile bir çerçeveye oturan görüş, bir temel gövdeye oturmaya başlamış ve bugünkü Kırşehir dolaylarında filizlenip, Anadolu ve Balkanlarda mevcudiyetini bu temel gövde çevresinde oluşturmuştur.

Bu görüşü "yaşam tarzı" olarak benimseyen ve Hacı Bektaş Veli'nin önderliğindeki temel gövde çerçevesinde kalan kitleler daha sonraları genel bir isimle "Alevî" ya da "Anadolu Alevileri" adıyla anılmaya başlanmıştır. Kimdir Alevî adıyla andıklarımız? Bu sorunun yanıtına biraz sonra yer vermek üzere, yine aynı temel gövde çevresinde oluşan bir ikinci oluşumdan söz etmek istiyoruz. Bu ise, Hacı Bektaş Veli'nin önderlik ettiği idealler, dünya görüşü ve inançları, gelenek ve görenekleri, bir "öğreti" şeklinde bütünleştiren kitledir. Bu kitle de tarihte "Bektaşîler" olarak tanımlanmıştır. Yaşam tarzı şeklinde Hacı Bektaş'a bağlananlar soyla (atadan döl evladına aktarımla) bu kimliği geçirmişler, öğreti yoluyla bağlananlar ise öğretiye kendi iradesiyle katılmalar şeklinde (atadan yol evladına aktarımla) bu kimliğe dahil olmuşlardır. Özetle, Hacı Bektaş Veli'nin yol göstericiliği ve önderliğinden güç alarak ortaya bir yaşam tarzını paylaşan ve bunu atadan evlâda görgü yoluyla geçiren Alevîlik ile düşünce ve irade yoluyla bu yol göstericinin eğitimine kavuşmak isteyen, bu yolu benimseyip kabullenen, belirlenmiş temel ilkeler çevresinde yaşamını şekillendirme eğiliminde olan kişilerin oluşturduğu öğreti "Bektaşîlik" ortaya çıkmıştır.

Böylece günümüzde bu iki kavram üzerinde oluşturulan kavram karmaşasına da bir açıklık getirmeyi amaçlıyoruz. Bektaşîlik ve Alevîlik aynı şey değildir ancak her ikisi de aynı esin kaynağından beslenmiş oluşumlardır. Bu nedenle aralarında hem büyük benzerlikler hem de çok önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu konu da pek çok bilim adamının günümüzde üzerinde çalışmalarını sürdürdüğü bir konudur. Ancak, paylaştıkları su götürmez gerçek her ikisinin de kaynağında Hacı Bektaş Veli'nin yol göstericiliği ve önderliğinin yatmasıdır. Şu halde Hacı Bektaş Veli hangi yolu göstermiş, nasıl bir önderlik yapmıştır? Bu sorulara yanıt aramak gerekmektedir. Bu soruların yanıtları ise, Alevî ve Bektaşîlerin tümünü ilgilendirmektedir. Hatta yalın haliyle Türk'ün İslâm anlayışını benimsemiş (herhangi bir başka milli kültür vurgulaması olmaksızın), bu kimlikte kendisini gören herkesi ilgilendirmektedir.(1)

1000 yıl evveline, İslâm öncesi Türklere ve Türk kültürüne bakarsak, ne görürüz? Dil Türkçedir, cins ayrımı ancak cinse dayalı ortamda gündeme gelir, yani kadın- erkek eşitliği, eşdeğerliğinin yaşandığını, bir cinsin diğer cinsin boyunduruğuna itilmediğini görürüz. Bir yüce oluşturucu güç kavramına varmış olduklarını ama ona, yüce güce iletişim yollarının bugün anladığımızdan faklı yolları olduğunu görürüz. Sağaltma (sağlık kazandırma) işlemlerinde Şamanist özelliklerin yoğun olduğu bir kültür görürüz. Arap yarımadasında doğup, gelişmeye başlayan İslâm ideolojisiyle de işte böyle bir kültür tanışır. Türk kültüründe var olan, evrensel değer taşıyan kültürel öğelerin, İslâmın evrensel yorumundaki (Hz. Ali'nin yorumudur) temel ilkelerle örtüştüğünü, uyum sağladığını izlemek Türklerin gönülden İslâmı kabullenmelerinde önemli rol oynamıştır.Türkleri İslâmın evrensel temel ilkeleriyle tanıştıranlar sufizmin ilk dönemlerinde varlık gösteren gezici dervişler olmuştur. Bu dervişler, Türklerin kültürlerinde çok önemli rolü olan "ozan"larına,"ata"larına benzemektedirler. Onlar gibi şiirsel bir anlatım kullanmakta ve güzel, barışçı öğütler iletmektedirler. Halk bu dervişlerin İslâmi öğretisini kendi kültürüyle harmanlar, sentezler. Ortaya Türk'ün kültürüyle bezenmiş İslâm anlayışı çıkar.(2) Yer yer, öbek öbek, ocak ocak bu duygular, bu inanışlar işlenir, nakşedilir. Sonraları Alevî ocakları olarak bilinecek olan ocak kültürlerinin temelinde bu oluşum yatmaktadır. Sn. Fığlalı ise, Alevî - Bektaşî kökenine ilişkin yorumunda, bu gurubun İslâmiyeti algılayışında temel İslâmi ilkelerle (Hz. Muhammed'in sünnetine uyarak) yerel gelenek ve göreneklerini harmanlamalarından doğan bu İslâmi kültüre "Türkmen Sünnîliği " adını vermektedir.(3) (Fığlalı, 1990:130-163)

Peki Türklerin İslâmlaşması sadece bu yolla mı olmuştur. Elbette ki hayır. Yine geriye dönersek, Arap yarımadasında ortaya çıkan ve filizlenen İslâm dininin içine doğduğu kültür doğal olarak Arap kültürüdür. İlk şekillenmesini de bu kültür içinde oluşturur. Arap yaşam tarzı gelenek ve görenekleri içinde ilk uygulamalarını sergiler. Böylece Arap kültürünün ağır bastığı uygulamalar geliştirilir. İslâmın yayılmasında ise gezici dervişlerin payı olduğu gibi bunlardan daha kuvvetli olarak fetihlerin de rolü olmuştur. Osmanlı dönemi öncesi fetihler ve fethedilen topraklarda siyasal egemenlik altında hüküm süren İslâmlaşmada siyasal egemenliği elinde tutan Arap kültürü ile etkileşmiş İslam sentezinin önemi büyüktür. İslam ordularında Türklerin güç ve mevki kazanmasıyla idari otoritede de yavaş yavaş söz sahibi olmaya başlayan Türkler de kitleler halinde İslâmlaşırken, bu ikinci yöntem, pek açıktır ki Arap kültürüyle bezenmiş bir İslâm anlayışını siyasal otoritenin yasal inancı haline getirmektedir. Böylece Türklerin bir kısmı, Türk ve Arap kültürüyle bezenmiş İslâm anlayışını benimser. Bu anlayışı kendi kültürleriyle yoğurarak geliştirir. Siyasal otorite de bu gurubun elindedir. Bu nedenle gezici dervişlerin taşıdığı İslâmi ilkeleri benimseyip kendi kültürüyle harmanlamak şeklinde İslâmlaşmış olan Türk kitleler, dinsel inançlarının temelleri aynı olmakla beraber kültürel uygulamalarda farklılıklar göstermişlerdir. Böylece ortaya çıkan iki gruptan, siyasal yetkeyi elinde tutan ve Türk ve Arap kültürüyle bezenmiş İslâmi benimsemiş olarak İslâmlaşmış olan gurubun bugünkü kültürümüze dek uzanan kısmını" Sünnî"(4) olarak, diğer grubu, yani Türk kültürüyle İslâmın ilkelerini dervişler kanalıyla alıp benimsemiş olan guruptakileri ise bugün "Alevî" olarak adlandırmaktayız.

Türklerin ve Arapların İslâm öncesi dönemdeki en önemli farklılıklarına göz atarsak iki vurgulama arasındaki farkın bugüne yansıyan yönlerini anlamamız kolaylaşır. İslam öncesinde Türk kültürü içinde Türkçenin kültür taşıyıcısı olarak önemi büyüktür yani dil Türkçedir, iletişim Türkçedir, inançlar Türkçe dile getirilip, paylaşılır. Kadın-erkek cinsleri arasındaki eşitlik daha fazladır. Cinse dayalı inanç kısıtlaması yoktur. Kadın da erkek gibi inançsal özgürlüğünü yaşar, toplumdaki yeri daha bir erkeğe eşdeğerdedir. Arap kültüründe ise, kadın erkeğe göre tamamen ikincil konumdadır. İnançsal özgürlük geniş kadın kitleleri için söz konusu değildir. Kuraldışı durumlar söz konusu olmakla birlikte genelde, kadın, erkeğin egemenliğindedir. Dil ise, Arapça'dır. Kültür, Arap dilinde aktarılır.

İşte bu iki temel farklılık bizi, Türklerin bazılarının İslâmiyeti Türk kültürü ağırlıklı, diğer bazılarının da Arap kültürüyle bezenmiş bir ağırlıkta kabul etmelerindeki farklılığın yol açtığı sonuca götürür ve karşımıza Alevî ve Sünni anlayış olarak iki ayrı vurgulama gelir. Her ikisi de görüleceği gibi İslâm'ın büyük şemsiyesi altındadır. Farklar tamamen kültürel kökenlidir. Birinde ağırlıklı taşıyıcı dil, Arapça ve kültür öğeleri Arap kültüründen mirastır, diğerinde ağırlıklı dil, Türkçe ve kültür öğeleri Türk kültüründen mirastır. Ancak, paylaştıkları temel dini ilkeler aynıdır. Bu yüzden Alevî de Müslümandır, Sünnî de Müslümandır.

Aydınlanma çağı ile dinsel tutuculuktan kurtulma aşamasını yaşayan Avrupalı sınır komşularımızın pek çoğu Osmanlıların gelişme devirlerinde Türk egemenliği altında yaşamak durumunda kalmıştır. Sınır antropolojisi açısından bu süreçlerin araştırılması tarihimize zenginlik katacaktır. Balkanlarda, Avrupa'nın içlerine kadar genişleyen coğrafyada, fetih bölgelerinde çoğu kez kimlik değişimi de yaşanmıştır. Bu bölge insanlarının İslam kimliğini benimseyip kabullenmelerinde Hacı Bektaş Veli'nin öğretisini taşıyan Bektaşî kimliğinin rolü büyük olmuştur. Bu öğretiyle simgelenen Bektaşîlik batının İslâmiyeti kabulünde önemli rol oynar. Özellikle hıristiyan ve İslâm inançları arasında bir köprü, bir geçiş oluşturur. Bu özelliği, bünyesinde taşıdığı ve çoğunu Türk kültüründen getirdiği evrensel özellik taşıyan kültürel öğelerden gelmektedir. Batının aydınlanma devresi sonucunda arayışa çıktığı "Evrensel insan" kimliği, Bektaşî öğretisinin "İnsan-ı Kamil" kimliğinden uzak değildir. İnsan haklan ve hoşgörü ilkeleri de, yine bu öğretideki temel ilkelerde özünü bulmaktadır. Yunus gibi, devrin Türkçe'sine sahip çıkan ozanları ise bu ilkeleri son derece sade ve güzel bir şekilde işlemiştir. Bugün de tüm dünya bu ozanları ve ilettikleri mesajları hayranlıkla izlemektedir.

Bektaşîler bugün Türkçe'yi ve Türk kültürünü en önemli "pir emaneti"leri arasında saymaktadırlar. Hacı Bektaş Veli'nin yolundan giden Alevî ve Bektaşîler dualarını Türkçe yapmakta, İslâmı Türk kültüründe yaşamaktadırlar.

Sonuç olarak, küreselleşen, sınırsızlaşma çabaları içinde olan dünyamızda, hoşgörülü ve evrensel değerlere saygılı kimliklerle yaşamak kaçınılmazdır. Bu kültürel kimliklerin erimesi değil, kültürel renkler halinde uyumlu bir harmoni meydana getirmesi anlamını taşımalıdır. Böylece dünyamız kültürel zenginliklere kavuşur. Bu bütünleşmeye yol verecek kültürel kimlikler geleceğin dünyasında ağırlık kazanacaktır. Hacı Bektaş Veli'nin liderliğinde oluşan Türk kültür elementleriyle süslenmiş İslâm anlayışı, yarının sınırsız dünyasında, Türk kimliğinin İslâm kimliği ile bütünleşmesinde evrensel değerlerdeki kültürel önderliği ile var olacaktır. Böylece, Hacı Bektaş Veli'nin günümüze kadar gelen etkilerinin yanısıra yarınlara ulaşacak etkilerini de görebilmek mümkündür.

Dip Notlar

1. Bugün Alevî kimliği ile betimlenmeyen pek çok Türk vatandaşı kendisini Sünni kimliği içinde bulmaktadır. Oysa, bunların pek çoğu bu kimliği kültürel miras olarak almışlardır. Bir kısmı kendisini, kendi tercihiyle, "Sünnî "olarak tanımlarken, bir kısmına ise bu kimlik kendi tercihi gündeme getirilmeden içinde yaşadığı toplum tarafından verilmektedir. Elbetteki aynı bakış açısı Alevî kimliği için de mevcuttur. Ancak, toplumdaki itilmişlikleri onları kimlikleri konusunda daha fazla bilinçlenmeye zorlamıştır. Sonuçta, belki de bir araştırma ile saptama, bu kimlikleri bilinçli olarak taşıyanlardan çok kültürel kabullenme sonucu taşımakta olanların çoğunlukta olacağı görülecektir. Alevî ve Bektaşi/erin kültürel değerlerinin pek çoğunu benimseyerek yaşayan, ancak toplumca Sünni kimliğinde anılan pek çok kişinin yanışım Alevî kimliğiyle anılan ama Sünnî geleneklerine daha bağlı yaşayanlar da mevcuttur. Bu da bize kişilerin "kimler, hangi bağlamda ?" sorularına bireylerin verecekleri yanıtların önemini göstermektedir.

2. "Sünni" kavramı pek çok yazar ve araştırmacı için İslâm kültürünün genelini tanımlar şekilde ele alınmıştır. Bu nedenle bazen kavram karmaşalarına da düşülmüştür. Örneğin Türk-Islam sentezi deyimi içindeki İslâm gerçekte Arap kültürüyle bezenmiş İslâm kültürünü betimlemektedir. Buradaki Türk vurgulaması ise bir kültür vurgulamasından çok, milliyetçi siyasal bir vurgulamadır. Dolayısıyla bizim Türk kültürüyle İslâm ilkelerinin sentezlennıesiyle oluşan Alevîlik vurgulaması ile bugün bir kavram olarak yerleşmeye başlamış olan "Türk-İslam sentezi" anlayışı aynı şeylerdir.

3. Bir kavram karmaşasına itilmemek için burada haklı olarak Sünni kelimesinin anlamından hareket edildiğini belirtmemiz gerek. Madem ki Sünnî kelime anlamıyla, Hz. Mııhammed'in sünnetine uymaktır, o halde, Alevi ve Bektaşi'ler de Hz. Mııhammed'in sünnetine titizlikle uymaktadırlar. Bu anlamda onlar da Sünnîdir. Hatta bugün yaşayan Bektaşiler'le görüştüğümüzde bize "Gerçek Sünnî biziz, biz Hz. Muhmmed'in sünnetinden çıkmayız" demektedirler. Bu da bizim günümüz edebiyatında "Sünnî" kelimesinin bir simge olarak taşımakta olduğu farklı anlamı gözardı etmeksizin vurgulamamız gerektiğini bir kez daha gözler önüne serer. "Sünni"kelimesi, başlangıçta üstlendiği ve sadece kelime anlamını taşımak görevinden çıkmış, bugün bir simge olarak Arap-Emevi gelenekleriyle bezenmiş olan bir İslâm kültürünü vurgulamaktadır.

4. "Sünni" teriminin karşısında siyasal farklılaşmayı özünde taşıyan (Siyasal olarak Arap milliyetçiliği görüşüne muhalif olan Hz. Ali'nin taraftarları olmak şeklinde gelişen oluşum) "Şii" terimi de ortaya çıkmıştır. Bizim bugünkü Türkiyemiz içinde söz konusu olan "Alevîlik" temel vurgulamasının siyasal taraftarlıktan kaynaklanmadığının aksine kültürel farklılaşmadan kaynaklandığının vurgulanması amacıyla bir gereksinmeden doğarak "Anadolu Alevîliği" teriminin oluşturulduğunu görmekteyiz. Ülkemizdeki Alevîlik söz konusu olduğunda vurgulanan budur. Bu nedenle bizim Alevîlerimiz yani Anadolu Alevileri Şia'dan da farklılaşmaktadırlar. Biz kısaca Alevî dediğimizde de söz konusu olan Anadolu Alevîliğidir. (Şia'nın oluşmasına temel olan, dini bir yönetim kurumu olarak görmek ve Sünnî - şu ayrımına ulaşmak konusunda bakınız: İsmet Zeki Eyuboğlu, Alevîlik-Sünnilik-İslam Düşüncesi-, s: 150-154)

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Birdoğan, Nejat. Anadolu ve Balkanlar'da Alevî Yerleşmesi. 1995, İstanbul.

Fığlalı, Ethem Ruhi. Türkiye'de Alevîlik Bektaşîlik, 1990, Ankara.

Güvenç, Bozkurt. Türk Kimliği, 1994, Ankara, T.C. Kültür Bak. Yay.

İlbars, Zafer. "Kişiliğin Oluşmasında KültürelEtmenler",1987,Ankara.A.Û.

DTCF Dergisi Cumhuriyetin 60. Yıldönümü Annağanı,s:201-211

Temren, Belkıs. Bektaşîliğin Eğitsel ve Kültürel Boy Mu. 1995, Ankara. T.C. Kültür Bakanlığı Başvuru Kitapları.

Timur, Taner. Türk Devrimi ve Sonrası. 1994, Ankara.

Vereni, Piero. "Boıındaries, Frontiers, Persons, Individuals:Qııestioning "Identity" at National Borders"Europea 1996,11-1, S.-77-89


* Bu yazı, "Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi" tarafından Kasım 1997 tarihinde yayınlanan "Kadri Erdoğan Hacı Bektaş Veli Armağanı" isimli dergiden alınmıştır.

 

  Bu sayfa 06.11.2007 22:06:03 Tarihinde Güncelleştirilmiştir