SURET
Kapı hızlı
hızlı çalıyordu. Havasızlıktan sinsi ve garip bir koku
sarmıştı küçük, dağınık odayı. Daha toplanmamış çarşafların
birbirine karıştığı demir oymalı yatakta uzanan kadın, göz
yaşlarıyla sırılsıklam olan yastıktan kafasını kaldırmamaya
kararlıydı. Ağlamaktan kan çanağına dönmüştü iri, elâ gözleri.
Hayır, açmayacaktı kapıyı.
“Mutlaka
kapıcıdır”, diye düşündü. “çalar çalar gider nasıl olsa” dedi
içinden.
Kalkmak
istemiyordu yerinden. Sanki yaşadığı bu hayat denen oyun son
bulmuş gibi ölümle yaşam arasında gidip gidip geliyordu
yorgun, bıkkın benliği. İnadı kırıp da ayağa kalktığında
odasının bir köşesinde onu bekleyen boy aynasına doğru yürüdü.
Aynadaki suratına baktığında yeniden fark etti; artık oyun
bitmişti.
Titrek
ellerini göz yaşlarıyla ıslanmış, damlalarla yol yol olmuş
yüzünde gezdirdi, sonra; sanki suratına bulaşan bir pislik
yığınını def etmek ister gibi hızlı ve acı veren hareketlerle
sildi, dağıttı göz yaşlarını. Odadan içeri süzülen güneş,
kasveti dağıtmak istercesine aydınlatıyordu çevreyi, gözünü
alıyordu insanın.
-“Yaşam,
bana bir kez daha oyun oynuyor. Fakat bu sefer boşuna! Artık
geri dönmeyeceğim.” Dedi kısık ve tiz sesiyle. Oysa kimse
yoktu onu dinleyecek, her zamanki gibi bu iki odalı evde tek
başınaydı yine.
Aynanın
önünden çekildi. Şöyle bir etrafına baktı; geceden bir kenara
fırlatıp attığı giysiler duruyordu tahta penceresinin önündeki
koltukta. Sonra duvara takıldı gözleri; her köşesinde çığlık
çığlık acıyı haykıran fotoğraflara . Her biri ayrı bir keder
olmuştu onun için şimdi! Tekrar aklına geldi çaresizliği ve
kurtulmak istercesine bakındı çevresine;
-“Kurtulamayacağım, bırakmayacak peşimi! Ta ki benim, yok
olduğumu, paramparça olup dağıldığımı görünceye dek..” diye
bağırdı.
Kendini
toplayıp tekrar ayağa kalktı. Antika masaya doğru yürüdü,
tahta parkeye çıplak basan ayaklarıyla. Masanın üstünde duran
anahtarı aldı, karşısındaki odanın kapısını açtı yavaşça.
Karanlıktı içerisi, düğmeyi aradı elleriyle. Artık tüm odayı
kaplamıştı kırmızı ışık. Asılı fotoğraflar arasında ona doğru
yürüdü. Bakmaya korkuyordu fakat onunla yüzleşmek zorundaydı.
Cesaretini toplayıp fotoğrafa baktı Birden, kaçacak yollarının
hepsi kapanmış bir mahkum gibi çaresiz hissetti kendini. Artık
dizginleyemiyordu vicdan azabını! Fotoğrafı yere fırlatarak ,
koşa koşa çıktı odadan, buzdolabında duran uyku ilâcını buldu
hemen; bütün hapları yutmaya çalıştı aceleyle, elleri
titriyordu. Artık bitmek zorundaydı bu işkence! Birkaç dakika
sonra yorgun fakat galip bir asker gibi hissetti kendini. Hiç
tereddüt etmeden olduğu yere yığıldı. Nabzının yavaşladığını
hissediyordu git gide. Sonra, huzur dolu bir ışık gördü;
sisler arasında genç bir çocuk, ona doğru koşuyordu sanki. İlk
anda gördüğü şeyi anlayamadı, anladığındaysa ölümle
tanışmıştı.
İki günden
beri haber vermeden işe gitmeyen Yağmur’u merak etmişti,
Hilal. Çocukluk arkadaşıydılar sonra da iş arkadaşı olmuşlardı
garip bir rastlantıyla. Hani şu yedikleri, içtikleri ayrı
gitmeyen dostlardandılar işte. Yağmur’un hiç haber vermeden
gazeteye gitmemesi baya meraklandırmıştı Hilal’i, telefon
ettiğinde de kimse açmamıştı. Dayanamayıp Yağmur’un evine
gitti. Zili çaldı,kapıyı açan yok.
Bakkaldan
dönen Mehmet Efendi, merdivenleri ağır ağır çıkarken Yağmur
Hanım’ın kapısının önünde duran kadını gördü. Yaranmak
istercesine ;
- Boşuna
uğraşmayın,bayan! Gazeteci hanım iki günden beri yok.
Bir yere mi
gitti acaba? Ben arkadaşıyım, işe gelmeyince onu çok merak
ettim.
Vallaha, ben
bilmem! Eve ne zaman gelip ne zaman gittiği belli olmuyor
zaten
Kapıcının
ukalalığına biraz sinirlenmişti Hilal. Fakat o patavatsız
adamla uğraşamazdı şimdi.
-Evin yedek
anahtarı var mı sizde?
-Bende yok
ama ev sahibinde vardır. Alt katta oturuyor,istiyorsanız ondan
alınır.
Koluna
sıkıştırdığı ekmek sepetini yere bırakıp koşa koşa
merdivenlerden indi Mehmet Efendi. Meraklı ev sahibinden
anahtarı almak için bir süre açıklama yaparak aceleyle üst
kata çıkıp evin anahtarını karşısında duran kadına verdi.
Hilâl
anahtarı kilide soktu, yavaşça çevirdi. İçerideki basık,pis
koku dışarıya yığıldı önce. Kapının eşiğinden adımını
attığında; iki odalı evin giriş bölümünde yerde yatmakta olan
Yağmur’u gördü. Kumrala çalan açları yüzünü örtmüştü, gözleri
hâlâ açık ve içerideki kırmızı ışık yanan odaya çevriliydi.
Hilâl, ilk anın şokuyla sendeledi. Mehmet Efendi şaşkın
bakışlarıyla , hareketsiz duruyordu arkasında. Ölümün sessiz
çığlığı sarmıştı tüm evi.
*
“-En iyi
arkadaşım intihar etti, bense hâlâ anlayamadım bunu neden
yaptığını” dedi. Hilâl, karşısında çayını yudumlamakta olan
Kaan’a.
Hilâl,
biraz sonra söyleyeceği şeyi kocasının anlayamayacağını
düşünerek derin bir iç çekti. Hayır, mutlaka söylemeliydi!
-Yağmur’un
evine gidip, bir şeyler bulmaya çalışacağım.
Kaan,
karısına bu konuda karşı çıkmaması gerektiğini
biliyormuşçasına; elindeki fincanı masanın üstüne
koyup,gözlerini karısından yana çevirdi.
-Yarın,
birlikte gideriz,
*
Ertesi gün,
kocasıyla birlikte Yağmur’un evine gitti Hilâl. Ev sahibinden
anahtarı istediler; kapıyı açıp çeri girdiklerinde her şeyin,
sanki Yağmur hiç ölmemiş gibi yerli yerinde olduğunu gördüler.
Hilâl, Yağmur’u bulduğu anı tekrar hatırladı; Kaan, onu
tutmasaydı olduğu yere yığılıverecekti. Biraz sakinleştiğinde,
kendine gelebilmek için oturduğu koltuktan kalktı; hâlâ
koltuğun üstünde duruyordu arkadaşının elbiseleri. Gözleri
doldu birden; tam o sırada içerideki odadan sesleniyordu
Kaan!.
-Hilâl!
Çabuk gel, bir şey buldum burada!
Koşarak
Yağmur’un fotoğraf tab ettiği odaya gitti Hilâl. Kaan, biraz
önce yerde duran bir resmi eline almış, Hilâl’e bakıyordu.
Fotoğrafta; üstü başı param parça bir gencin umutsuz sureti
vardı.
İlk önce
bir şey anlayamadılar. Hilâl resmi elinde tutuyordu hiç
bırakmak istemecesine. Yağmur’u bulduğu yere doğru giderken
antika masanın üstündekiler ilişti gözüne. Darmadağın olmuştu
masanın üstü, iyice yaklaşınca; buruş buruş olmuş bir kağıt
parçası gördü. Bir mektuptu bu; kargacık burgacık el yazısıyla
yazılmış ,damlalarla ıslanıp okunmaz hale gelmiş bir mektup ;
okumaya başladığında şu sözcükleri anlayabildi sadece “Haksız
yere suçladınız beni! Hiç dinlemediniz, halime bakarak nasıl
derbeder bir sokak çocuğu olduğumu görerek yakıştırdınız bu
suçu bana. Yaptığınız yargısız infazın bedelini siz de benimle
birlikte çekeceksiniz. MURAT” .
Hilâl
mektubu bitirdiğinde bir anda her şeyi çözüverecekmiş gibi
aceleyle çıktı evden. Kaan, elindeki kâğıdı yere düşürüp koşa
koşa arabaya binerek uzaklaşan karısının ardından bakakaldı
uzun uzun.
Hilâl,
arabasını bir yere yetişmek istercesine hızlı sürüyordu. Çabuk
olmalıydı, bir saniye bile önemliydi onun için. Gazete
binasının oto parkına bıraktı arabasını, koşarak arşiv odasına
çıktı. Havasızlıktan rutubet kokusuyla dolmuş odada, ana
bilgisayarın önüne geçti çabucak.
“-Bu resmi
bir yerden hatırlıyorum, ama nereden?” diye düşünüyordu.
Eski
makaleleri taradı bir şey bulamıyordu. İki saat boyunca son
beş yılın bütün gazetelerini taramıştı. Hiçbir sonuç
alamamanın verdiği sinirle ayağa kalktı, masalardan birine bir
tekme geçirdi. Masanın üstünde duran gazeteler yere düştü,
birer birer. Bu ani hareketin verdiği yorgunlukla kendini yere
bırakıverdi Hilâl ve biraz önce yere düşenlerin arasında duran
üç gün öncesinin gazetesi ilişti gözüne, ilk sayfadaki
manşetin altında Yağmur’un evinde bulduğu resimdeki sureti
gördü. Haberi okumaya başladı:
“Bir hafta
önce evinin önünde oyun oynayan yedi yaşındaki S.A ’yı kaçırıp
iğfal ederek öldüren tinerci genç tutuklandı. Gencin ömür boyu
hapis cezasıyla mahkum edilmesi bekleniyor. Haber: Yağmur
KÖKSAL”
Kafası
karışmış bir şekilde eve döndü Hilâl. Kaan onu merakla
karşıladı.
-Neredesin?
Çok merak ettim seni. Hem, seni biri aradı; hapishane
müdürümüymüş neymiş.
Kaan sözünü
bitirdiğinde Hilâl’in çalışma odasındaki telefon çalmaya
başladı. Hilâl koşarak odaya gitti, ahizeyi kaldırdı;
-Efendim?
-İyi
akşamlar Hilâl Hanım , ben; Bayrampaşa Islahevi Müdürü Cevdet
Bey. Başınız sağolsun demek için aradım.
-Teşekkür
ederim.
-Yağmur
Hanım’ın ölümü beni şok etti. Daha o gün onunla konuşup
Murat’ın intihar ettiğini söylemiştim.
Islahevi
müdürünün sözü bir takat gibi çarpmıştı Hilâl’in suratına.
Girdiği şokun etkisiyle telefonu elinden bıraktı. Sessizliğin
ve kasvetin hâkim olduğu evde; Cevdet Bey’in sesi çınlıyordu:
- ALO...
HİLÂL HANIM... ALO...
(12-14-15 Aralık
1998 tarihli Lüleburgaz HÜRFİKİR gazetesinde yayımlanmıştır)
|